13 Eylül 2011 Salı

Modern Ebu Zer Mümkün mü? /ismail kılıçarslan

Yeni Aktüel Dergisi, “İslamcılık”ı kurcalamayı sürdürüyor. 7. sayısında da ilginç sayılabilecek bir dosyaya imza atmış. Zeki Yamani’nin kızının ihtişamlı düğününden hareketle Müslümanların modernite ve servetle imtihanını tartışıyor. Dosyanın adı: “Müslümanlar Protestanlaşıyor mu?”

Bana kalırsa, dosyanın en ilginç yorumu Doçent Doktor Hidayet Tuksal’dan gelmiş. Hidayet Tuksal, muhafazakarların arasında beyazlaşma isteği duyan insanların küçük bir kesim olduğunu belirttikten sonra şunları söylüyor: “Beyazlık vizesi kendilerinden alınan bu mihraklara ‘biz de sizler gibi giyinebilir, yiyebilir ve yaşayabiliriz’ mesajı vermeye çalışıyor esmer muhafazakarlar. Muhafazakar kesimde zengin-yoksul ikiliği zaten vardı, bu ayrım biraz daha keskinleşerek devam eder. Ancak sonuçta modern Ebu Zer’lerin ortaya çıkarak birilerine bu adaletsizliklerin hesabını sorması da kaçınılmaz görünüyor. Küreselleşme karşıtı, savaş karşıtı hareketlerde yer alan dindar genç kuşağın gelecekte muhalif bir söylemi üretme potansiyeli taşıdığını düşünüyorum.”

Birlikte hatırlayalım Ebu Zer’i(r.a). Gıfar kabilesinin ulularından olan Ebu Zer, Mekke’de bir peygamberin ortaya çıktığını duyunca atlayıp geliyor ve daha Peygamberimiz (s.a.v) ile konuşmaya başlamasının ikinci dakikasında teslim oluyor. Delişmen adam Ebu Zer. Diyor ki: “Müsaade et ya Resulullah! Kabe’ye varayım ve Allah birdir, Muhammed(s.a.v) de onun peygamberidir diye haykırayım.” Peygamberimiz müsaade etmiyor. “Sana bir zarar gelmesinden korkarım” diyor. Fakat Ebu Zer ısrar edince izin çıkıyor ve Ebu Zer, Kabe’nin önüne gelip bağıra çağıra Allah’ın birliğini, Sevgilisinin Resullüğünü haykırıyor. Dayak yiyor müşriklerden. Tartaklanıyor. Hazret-i Ebubekir yetişiyor ve o azgın kalabalığın ellerinden alıyor kahramanımızı. Ve Ebu Zer’in yaralarını Hazret-i Peygamber, bizzat kendi mübarek elleriyle tımar ediyor.

Sonraki yıllarda Ebu Zer, hep “gittiği yolun delisi ve doğru bildiğinden şaşmayan inatçı bir adam” olarak anılıyor. İktidarla başı hiçbir zaman hoş olmuyor. Yardım tekliflerini geri çeviriyor. Hazret-i Ali’yi çok seviyor ve yapayalnız bir adam olarak ölüyor.

Ebu Zer’i, Ebu Zer yapan üç özellik var: “Uzlaşmazlık, sosyal adaletçilik ve devrimcilik.”*
Peki, şimdi dönelim Hidayet Tuksal’ın sözlerine: Gerçekten, “bir kurtuluş ve/veya mücadele umudu olarak” Ebu Zer’lerin Türkiye’de ortaya çıkması mümkün mü? Üzerinde durulmaya değer bir soru bu.

Sayın Tuksal, “savaş karşıtı, küreselleşme karşıtı dindar gençlerin ortaya koyacağı bir devrimci ruh”tan söz ediyor. Dolayısıyla önerinin içinde çeşitli şartlar gizli Ebu Zer olmak için. Bu şartlara bakalım.

Birinci şart, genç olmak.

İkinci şart, dindar olmak.

Üçüncü şart, AKP’li olmamak. Çünkü küreselleşmeye ve savaşa karşı olmak gerekiyor.

Dördüncü şart, dünya ile kurduğunuz ilişkiyi para üzerinden konumlamamanız. Daha doğrusu, para üzerinden konumlanan ilişkilere düşman olmanız.

Beşinci şart, cesur olmak. Zira, “adaletsizliklerin hesabını soracak muhalif potansiyel” ancak cesaretle belirebilecek bir şeydir. Dolayısıyla Türkiye’deki çoğu cemaate bağlı (ya da üye) olan dindar gençlerin de yapabileceği bir iş değil Ebu Zer olmak. Zira, muhafazakarlık bir doku olarak sinmiş durumda cemaatlerin çoğuna.

Altıncı, yedinci ve sekizinci şartları zaten Ebu Zer’in kişiliğinde sıralamıştık: Uzlaşmazlık, sosyal adaletçilik ve devrimcilik.

Şimdi, bu şartlar doğrultusunda önce kendinize, sonra da çevrenize bir bakın. Ve “modern Ebu Zer” olabilecek insanları listeleyin. Kaç kişiler?

Ben kendi adıma bu listeyi yapınca Ebu Zer olabilecek, Ebu Zer olmayı göze alabilecek kimseyi bulamadım. Ve ilk okuyuşumda beni heyecanlandıran Sayın Tuksal’ın görüşlerinin “romantik” bir dilek olmaktan öteye gitmediğini / gidemeyeceğini anladım.

80’lerdeki patolojik İslamcılık, kendi içinden Fuat’ları, Selami’leri, Kemal’leri çıkarmayı başarabilmişti. Bir çeşit Ebu Zer olmak için yola çıkmışlardı ve Bosna’da, Tacikistan’da, Afganistan’da, Ebu Zer olmanın karşılığını almışlardı (ya da bakış açınıza göre bedelini ödemişlerdi de diyebilirsiniz). Vurulup düşmüşlerdi. Fakat 90’lı yılların ortalarından itibaren iktidar olan “light ve çapaklarından arındırılmış” İslamcılık, bunu başaramadı. Zira, pek çoğumuz sıramızı beklemeye koyulduk. Abdullah Gül’e gelen sıranın, Tayyip Erdoğan’a gelen sıranın, Erol Yarar’a, Akif Beki’ye, Osman Sınav’a gelen sıranın günün birinde bize de gelebileceği umuduyla yaşamaya alıştık. Umut beslemek, yaşam alışkanlığımız haline dönüştü. Oysa bilinen gerçektir: Umut beslemek “çarkın içine” girmektir. Kemal Sayar’ın ifadelerini araklarsak; “oy veren”,
“reklamlardan etkilenip bir şey alan” insanlar “küskün olma” şanslarını yitirmişlerdir. Oysa 20. yüzyılda Küba’dan İran’a, Şili’den Bosna’ya muhaliflerin tarihini hep küskün adamlar yazmıştır.

Belki de ben abartıyorum. Belki de tartışmamız gereken asıl mesele şudur: “Ebu Zer olmanın ne alemi var?” Öyle ya. Kendi elitini oluşturmuş, kendi müesseselerini kurmuş, kızlarını başörtüsüyle okuyabilsin diye Amerika’ya göndermeyi başarabilmiş İslamcıların yanında saf tutmak varken Ebu Zer olmak da nerden çıksın ki? Servet düşmanı mıyız? Yoksa komünist miyiz?

Bu sorular önemlidir. Bu sorulara verilecek cevaplar “yeşil ışığı” yakalamanın anahtarını verecektir bize. Çünkü Ebu Zer olmak, her şeyden önce keskin bir inancı, bir işe imza atarken herhangi bir dünyevi karşılık beklememeyi ve yalnızlaşmayı gerektirir. Bunu yapamayacağımıza göre, bence en iyisi Zeki Yamani’nin ya da Tayyip Erdoğan’ın çocuklarına yaptığı düğünlere gitmenin bir yolunu bulmaktır. Bari ondan geri kalmayalım.**

*Meraklısına Not: Ebu Zer’i daha fazla merak edenler için Ali Şeriati’nin müthiş kitabı “Ebu Zer”i tavsiye ederim hararetle.

**Meraklısına İkinci Not: Tam yazımı bitirmişken bir tanıdığıma gelen bir davetiye ilişti gözüme. Ulaştırma bakanı Binali Yıldırım’ın çocuğunun nikah davetiyesi. Yanında bir de kullanım kılavuzu verseler olacak şatafatlı bir şey. Kaba bir hesap yaptım. Sadece davetiye için harcanan para 20.000 YTL düzeyinde olmalı. Hakkıdır tabii. Çocuğu evleniyor. Fakat, Hidayet Tuksal’ın “mesaj veren esmer muhafazakar” tanımına da “cuk” diye oturuyor bakanımız. Önerim, tıpkı Michael Jackson’un yaptığı gibi “hastalık yüzünden beyazladım” diyerek yaptırdığı ameliyata mazeret bulmasıdır.

4 Eylül 2011 Pazar

Resulullah'la Benim Aramdaki Farklar/Ah Muhsin Ünlü

Resulullah süper bir insandı, ben o kadar değilim.
Resulullah yolda Ebu Bekir’i görse "Es Selamu Aleyküm Ya Sıddık" derdi,
Ben yolda Ebu Bekir’i görsem tanımam.
Resulullah asla yalan söylemezdi; ben annem ölürken hiç ağlamadım.
Ben annem ölürken çok ağladım çünkü.
Annem gırtlağından hırıltılar çıkarırken nasıl terliyordu, görmeliydiniz.

Resulullah Azrail’i yolda görse tanırdı;
Ben Azrail’i annemin yanında görseydim ona bir çift lafım olurdu,
Derdim ki: "Şimdi yani af edersin ama o sıktığın annemin gırtlağı."

Resulullah olsa ona bunları söylesem o bana gülümserdi;
O bana gülümserdi, ben ona derdim ki: "Anam babam yoluna feda olsun ey Allah’ın Resulü;
Fakat şu koca melek, annemin gırtlağını sıkıyor, bir şeyler yapamaz mıyız?.."

Resulullah orada olsaydı annemin elini tutardı derdi ki: "Kızım ha gayret!";
Ben orada olsaydım annemin elini tutardım ve derdim ki: "Anneciğim ölmesen..."

Ben oradaydım annemin elini tuttum ve dedim ki: "Anneciğim seni ben..."
Annem döndü, bana bir baktı o bakışı görmeliydiniz.

Resulullah o bakışı görseydi merhametten ağlardı;
Ben o bakışı gördüm, haşyetten bayılacaktım ama annem elimden tuttu.

Ne tuhaf, anneler ölürken bile çocuklarının

Anneler ölürken bile çocuklarının ellerini bırakmıyor ne tuhaf…

Resulullah çok şanslı bir insan
Annesi öldüğünde o küçücüktü;
Benim annem öldüğünde ben küçücük değildim,
Zaten şanslı birisi de değilimdir, filmlerim iş yapmaz.

Annem daha yeni öldü fazla uzaklaşmış olamaz!

Olamaz dedim annem son nefesini alıp da vermeyince
Verse de ben alsam onu, içim ferahlasa, siz de görseniz
Resulullah tutsa annemin elinden birlikte geçseler çölü
Nasıl olsa Resulullah da ölü annem de ölü...

Ah Muhsin Ünlü Röportaj/2003

Murat Menteş: Ah Muhsin Ünlü gerçek adınız bu olamaz, değil mi?

Ah Muhsin Ünlü: Muhsin benim oyuncak kedimin adı. Ona da bizim pastacı Muhsin ağabeyden geçmişti. Şiir yazmaya başladıktan sonra bir isim ihtiyacı hâsıl oldu.

Murat Menteş: Neden?

Ah Muhsin Ünlü: Bilemiyorum, oldu işte. [sıkıntılı bir sessizlik ve Ah Muhsin Ünlü kafasını bir meteoru yoklar gibi evirip çeviriyor.]

Murat Menteş: Rahat olun lütfen.

Ah Muhsin Ünlü: Mantıklı bir gerekçe arıyorum ama yok, bulamıyorum.

Murat Menteş: Adınızın başında "ah" var, bir kısaltma mı bu?

Ah Muhsin Ünlü: Yo, işin o kısmı hiç karışık değil. Göründüğü gibi, "ah" o. "ah"tan ibaret. Bir nida kırıntısı.

Murat Menteş: "Gidiyorum Bu" adlı kitabındaki şiirler 1993-1998 yılları arasında yazılmış. Öncelikle bu pırıltılı şiirlerin yazılış macerasından bahseder misiniz?

Ah Muhsin Ünlü: Elbette bir şiir kitabı yazmak üzere başlamadım işe. Şiir yazıyordum sadece. Kitaptaki şiirlerin yüzde 75 kadarını tamamladıktan sonra bunların bir kitapta bir araya getirilebileceği fikri doğdu. Bu konuda herhangi bir hesap yapmadım. Bir noktadan sonra iş bitti. İşin ne olduğunu, neye hizmet ettiğini, sonradan gördüm. Bu anlamda sonradan görmelikten kurtulamadım yani.

Murat Menteş: "Gidiyorum Bu"yu kendiniz yayınladınız. Neden bir yayınevine bu yetkiyi vermediniz?

Ah Muhsin Ünlü: Bir-iki yere gittim, ilgilenilmedi çeşitli gerekçelerle.

Murat Menteş: Gerekçeler?

Ah Muhsin Ünlü: Açıkçası, bir yayınevi hiç ilgilenmedi, dosyama dahi bakmadılar. İki kapısı vardı yayınevi binasının. Dışarıda bir kapı vardı, küçücük bir holden sonra bir kapı daha vardı ki ben o ikinci kapıdan giremedim bile. Sekretere yaklaşamadım bile yani. Bana uzaktan uzağa 2001 yılına kadar şiir kitabı basmayacaklarını söylediler. Ben de "eyvallah" dedim, geri döndüm. Sonra yeni şafak gazetesinde bir röportaj gördüm. Bir yayınevi sahibi, hazırladıkları şiir kitapları dizisinden söz ediyordu ve "şiir kitabı yayımlamak risklidir ama biz genç şairlerin kitaplarını korkusuzca yayınlıyoruz" diyordu. Ben de kalktım gittim. Onlar da sağolsunlar bana Bursa’daki bir adamın adresini verdiler. Herhalde bu dizinin edisyonuyla o zat ilgileniyordu, ismini bilmiyorum. Dosyamı Bursa’ya postalamadım. Aslında kitap çıkarabilmek için çok uğraşmadım. Çünkü nasıl olsa bu şiirler iyiydi ve nasıl olsa bir şekilde çıkacaklardı. Nitekim bak şimdi bunlar hakkında konuşuyoruz. Kaç sene sonra, nereden nereye. Bunu biliyordum ya da daha mütevazı bir ifadeyle, seziyordum. Bir başka yayınevi yetkilisi de bana "bu şiirler ortalama şiir beğenisine uygun değil" demişti. Sanırım bu şiirleri ayıp kapsamında değerlendirdi.

Murat Menteş: Ortalamayı tutturamadığınızı mı söyledi yani?

Ah Muhsin Ünlü: Anladığıma göre, bu şiirlerin yer aldığı bir kitabın okur karşısında savunulamayacağını söylemek istedi. Yani birisi çıkıp "bunlar ne? Böyle bir kitabı nasıl basarsınız?" dediği zaman "boş bulunduk bastık, kem küm" demek zorunda kalmamak için tehlikeyi baştan savdılar.

Murat Menteş: Siz de kitabınızı kendiniz yayımladınız.

Ah Muhsin Ünlü: Aynen. Şimdi de balkonda çürüyorlar.

Murat Menteş: Vay canına. Peki kitabı almak isteyenler...

Ah Muhsin Ünlü: Bulamazlar ki, nereden bulacaklar?

Murat Menteş: Size ulaşmak isterler belki?

Ah Muhsin Ünlü: Bana ulaşmak için kendilerinden geçeceklerini sanmıyorum. Ne bileyim, bilmiyorum. Belki delikanlı bir yayınevi kitabı alıp dağıtmak ister, parayı da kırışırız.

Murat Menteş: Şiirlerinizde trajedi ve humor var.

Ah Muhsin Ünlü: Bir arkadaşım şiirlerimi okuyup okuyup gülüyor ama nasıl kahkahalar atıyor. Doğrusu çok bozuluyorum ona. Hâlbuki komedi-şiiri diye bir şey yoktur. Trajik olanın gönülden ifşası humoru açığa çıkarır. Humor olsun diye bir ifade kurulamaz; bir ifade gereğinden kıvamlı ve güçlü ise humora varılabilir.

Murat Menteş: Trajedi sence kime aittir? Şaire mi, çağa mı, topluma mı?

Ah Muhsin Ünlü: Olu'un dönmesi için sert şeyler olması lazım. Allah’ın planlayarak oldurduğu şeylerin hepsi, yalnız başına bir insan için oldukça sert şeylerdir. Her şey, en ufak günlük yaşamsal faaliyetler...

Murat Menteş: Mesela?

Ah Muhsin Ünlü: Su içiyorsun ve su nefes boruna kaçmıyor. Orada trajik bir potansiyel var. Algılamayla ilgili bir şey bu. Ben bunu daha çok Nietzsche’nin trajiği üzerinden düşünüyorum. Yani kişi istekleriyle âlemin istekleri arasında kalmamalı. Allah’ın muradı ile senin nefsinin etkisiyle istediklerin çatıştığı zaman trajedi doğar. Ayrıca paran az olduğu halde minibüse değil taksiye binmek istiyorsundur, al sana trajik bir durum. Nefsinle karşı karşıya geldiğin an trajiktir. Senden ayrı bir nefsin var. Senden ayrı bir nefsin var. Kalp var, akıl var. İbn-i arabi bunları anlatıyor ama çok karışık. Sen iki şey yapabilirsin, 1. Nefsine yenilirsin, 2. Allah’ın yardımıyla nefsinin taleplerinin hakkından gelirsin. Nefsine karşı ne kadar güçlü hamleler yapabilirsen o kadar humor çıkar ortaya. Benim anladığım bu.

Murat Menteş: Sanırım humor, nefis karşısında mevzi kazanıldığında açığa çıkan şeylerden biri sadece, başka kazanımlar da olsa gerek.

Ah Muhsin Ünlü: Eyvallah, tabii ki öyle.

Murat Menteş: 2000 yılında yayınlanan bu kitaptaki şiirlerin sonuncusu 1998'de yazıldı ve o zamandan beri pek bir şey yazmadınız...

Ah Muhsin Ünlü: Zurnanın zırt dediği yere mi geliyoruz?

Murat Menteş: Ne?

Ah Muhsin Ünlü: Zurna.

Murat Menteş: [Birileri bize çay getirsin diye çığlıklar atıyorum ve sağa sola telefon açıyorum fakat çay may gelmiyor. Sonunda teybi kapatarak gidip kendim alıyorum. "önce çaylar bozuldu", çünkü çaycılar uzaya gitti...]

Şiir maceran nasıl başladı?

Ah Muhsin Ünlü: Tane tane anlatayım. Biz Eskişehir’de öğrenciydik. Ben iletişim fakültesi reklam bölümünde okudum. Orada biz dellendik: "film yapalım, film yapalım..." neyimizeyse, yani ne filmiyse. İstanbul’a gidip bir şekilde yerleşmemiz lazımdı. 1997 yazında 3-4 arkadaş geldik, burada küçük bir reklam ajansı kurduk: son ajans. so-najans. Ulama var yani. Reklamcılar geyiklerle uğraşır, biliyorsun. Biz her şeyin çok kolay olacağını düşünüyorduk. Paralar gelecekti ve biz paralarla film çekecektik. Paralar gelmediği gibi, gitmeye, bitmeye başladı. Can havliyle 1997 kışında biz televizyon senaryoculuğu işine bulaştık. Ben bu arada ite kaka şiire devam ediyordum. Fakat daha sonra profesyonel iş hayatı can sıkmaya başladı ve artık enikonu televizyon yazarı olma noktasına gelmiştik. Bir tercih yapmak durumundaydım artık. Bir yandan televizyona senaryo yazıp öbür yandan da şiirler uğraşmak olmuyordu. Olmaz, olmadı, olmayacak. Sünnetullah'a aykırı. Yapılıyor ama işte galiba iyi olmuyor. Şimdi ahkam kesmek istemiyorum ama.. Anlatabiliyor muyum? Çok kimse hem profesyonel reklam ya da televizyon yazarlığı yapıp hem de şiirle uğraşıyor. O ikisinin bir arada durmaları mümkün değildi; 1998'de şiiri bıraktım. 1993'te şiir yazmaya başlamıştım ve 5 sene uğraşmıştım. 5, yuvarlak bir sayı. Neyse, bitti işte. Son şiiri de yazık bitirdik, bağladık çok şükür. Böylece Ah Muhsin Ünlü adlı arkadaşın şiir macerası bir ara vermiş ya da sona ermiş oldu.

Murat Menteş: Bundan sonra şiirlerini Ah Muhsin Ünlü imzasıyla yayınlamayacak mısın?

Ah Muhsin Ünlü: Çok mu önemli? Herif o kadar şahane şiirler yazıyor ki, belki ona bir fırsat daha verilir. Televizyon öyle bir şey ki insanın bünyesi kaldırmıyor. Olmuyor, olamıyor, yapamıyorum; onların istediği şeyi yazamıyorum. Bu arada şu mikro teyp vasıtasıyla söyleyeyim: Ah Muhsin Ünlü adını, şiirlerle beraber, şiire meraklı fakat yeteneksiz bir zengin çocuğuna makul bir meblağ karşılığında devredebilirim yani. [ben gülmekten yerlere yatıyorum.] samimi söylüyorum. Bugüne kadar zaten ortaya çıkmamıştım. Bu röportajı da yapmayız, yayınlamayız. Kendime güvenim var, bir adam daha çıkarabilirim.

Murat Menteş: Ah Muhsin Ünlü gibi bir şair daha mı?

Ah Muhsin Ünlü: Çıkar tabii, nedir ki?

Murat Menteş: Mevcut şiir ortamını nasıl değerlendiriyorsun?

Ah Muhsin Ünlü: Ben şiir yazarken dergilerde şiir yazan adamlar vardı. Benimle aynı zamanda şiir yazıyordu birileri. Şöyle düşünüyordum: burada bir tuhaflık var. Ya ben yanlış bir şey yapıyorum ya da... Yazılan şiir açıcı, Türk şiirini kımıldatıcı değil. Ama hayır, ben hata yapmıyordum, mümkün olduğunca şiddetli bir şiir yazıyordum. Prensibim buydu. Kuvvetli bir şiir yazmaya çalışıyordum ve şiirimin ne durumda olduğunun da farkındaydım. Ne yazıyorsun?

Murat Menteş: Alakasız bir not alıyorum, lütfen devam et.

Ah Muhsin Ünlü: Benimle konuşurken başka bir şey düşünme yeteneğini mi belgeliyorsun?

Murat Menteş: "öldürmek kesin konuşmaktır" yazdım.

Ah Muhsin Ünlü: Pardon.

Murat Menteş: Poetik yaklaşımından söz edelim. Huruç dergisi çevresinde neoepik şiirden söz ediliyordu mesela...

Ah Muhsin Ünlü: Evet, ne olduğunu hissediyorum.

Murat Menteş: Şiirlerinde lirizme uzak durmaya çalışıyorsun sanki?

Ah Muhsin Ünlü: Aslında tam değil.

Murat Menteş: Burçak fenomeni var şiirinde. Böyle biri sahiden var mı?

Ah Muhsin Ünlü: Aksi gibi iki tane var.

Murat Menteş: Şiirlerindeki lirizmi humorla, ironiyle, dramatizmle dengeler gibisin.

Ah Muhsin Ünlü: Tam olarak kıvıramayacağım şeye bilinçli olarak bulaşmamaya çalışıyorum. Lirizmin zekice kullanıldığında şiiri ciddi şekilde çalıştırıcı öğelerden biri olduğunu ve şiirin doğasına uygun olduğunu düşünüyorum. Benim şiirim şehre çok bağlı, şehirden kopması ve lâmekan olması gerek, Zarifoğlu'ndaki gibi. O benim dehşete kapılmama yol açmıştır.

Murat Menteş: Cahit Zarifoğlu'nu çok önemsiyorsun.

Ah Muhsin Ünlü: Çok. Onda beni asıl çeken şey... Zarifoğlu'nun teknik olarak şiirin ne olduğunu çok da umursamadan, şiire canla başla çalıştığını düşünüyorum. Teknokrat şiirden başlayıp edebiyat âleminin kadife koltuklarına varan o sinir bozucu yola hiç girmemiş. Şiirin tekniği de elbette ciddiye alınmalı ama edebiyat tarihçilerinin, kuramcıların mercek altına alması gereken bir şey bu. Şairin mühendisleşmemesi ve meseleyi fazla aklileştirmemesi gerekir. Bir edebiyat akımının oluşması da bence doğallıkla olur. Derviş edasının şiirden yansımasını umabiliriz, umabilmeliyiz. Sosyoloji denen şeye çok net bir cevap: "kamunun derdine çare bulunur / şu benim derdime çare bulunmaz". Kamu yönetimi, belediyecilik, toplumlararası ilişkiler... Bunlar hep çözümlenebilir şeylerdir diyor yunus, ama ben ne olacağım? Çünkü ideal devlet ya da örgüt olmadı, olması da zorun zoru. Ancak herkes ererse iş değişir. Bu zamanda erenler arasında bile hiyerarşi var. Biri daha çok ermiş, biri daha az.

Murat Menteş: Ece Ayhan'la da şiirsel bir akrabalığınız...

Ah Muhsin Ünlü: Ece Ayhan'ın düşünme biçiminin benim düşünme biçimime çok benzediğini fark ettim. Onunla çok fazla ilgilenirsen kilitleneceğini düşünüyorsun, çünkü senin yazmaya yöneldiğin şeyin aynısı zaten var; otur ve sus gibisinden...

Murat Menteş: Şiir çevrelerinden uzak durdun, nedendir?

Ah Muhsin Ünlü: Şiiri çok yanlış yerden alıyor, şairim diyen insanlar, ağır bir dramatik insanlık durumu gibi alıyorlar. Şiirin bütün sevinçli yanını örtbas ediyorlar. Somurtkanlaştırıyorlar onu, çünkü kendilerini ciddiye alma gayretindeler. Bu da hayati bir tehlike doğuruyor. Durum gittikçe ağırlaşıyor. Şiir yazabilmek için çok acayip acılar içinde kıvranıp çok büyük şeylerin farkına varmış olmak filan gerektiğini; daha kötüsü kendilerinin o acıları çekip gerçeği gördüklerini düşünüyorlar. İşte, yazmışlar ya. Yazmışlar ve olmuş.

Murat Menteş: Ya sen? Yazmaya devam edecek misin? Yazmayı istiyor musun?

Ah Muhsin Ünlü: Kim istemez? ben.. istiyorum.

Murat Menteş: İkinci kitabını çıkaramamış birçok şair var, onlardan biri durumuna düşmek seni endişelendiriyor mu?

Ah Muhsin Ünlü: Düştüm bile. Onlardan biri durumundan kalkmamdan söz edilebilir ancak. Şiir şairin hayatında kendi dışında çok az şeyin durmasına rıza gösteriyor. Profesyonel ilgi alanlarını reddediyor. Kuma istemiyor. Bunu göze almak lazım.

Murat Menteş: Şiirlerinde İslami motifler var. Allah adı da sık geçiyor.

Ah Muhsin Ünlü: Evet ama bunu fiyaka için yapmadım. "Allah’ın yanına hangi kelimeyi koyayım da çarpıcı olsun, çilek mi diyeyim?" filan yapmadım. Tom Waits...

Murat Menteş: Tom Waits mi?

Ah Muhsin Ünlü: Tom Waits evet. Tom Waits’in verdiği duygu bir sürü şairden, futbolcudan, gazino assolistinden, politikacıdan.. çok daha sağlam, harbi dobra dobra.

Murat Menteş: Modern Türk şiiri ve modernite..

Ah Muhsin Ünlü: Modernle başa çıkabilen tek silahımız şiir. Moderni zıplatan, onunla oynayan bir tek şiir var. Modernle kurduğu bağı belirleyebilen sadece şiir. Trajedinin muhteviyatını fıtrat icabı biliyoruz fakat modernite bunu bize yeniden izah etmeye kalkıştı ve bizim şiirimiz de ona gerekli cevabı vermiştir. Türkiye’de beni hoşnut eden tek şey bu. Asr suresinin hatırlanması çabasıdır şiir.

Murat Menteş: Son olarak ne diyeceksin?

Ah Muhsin Ünlü: Keşke ben daha şiirle doluyken karşılaşsaydık.

Kaynak: Kılavuz Dergisi, 2003