15 Nisan 2013 Pazartesi

Dönülmez Hata-Walmart

Dünya perakende devi Wal-Mart Inc. 2012 yili itibariyle Amerikan ordusu ve Cin ordusundan sonra 2.2 milyon calisani ile dunyanin en buyuk isverenini konumunda. CNN-Money sitesinin gelirlerine gore siraladigi sirketler listesinde ise Wal-Mart; enerji devi Exxon Mobile’in ardindan ikinci sirada.

Muazzam buyuklukteki bir sirketten bahsediyoruz;1962 yilinda Arkansas eyaletinde ufak bir supermarketle ise baslayan, simdi Amerika,Afrika ve Asya kitasinda 21 farkli ulkede faaliyet gosteren bir sirketten...

Peki acaba bu koca sirket hic mi hata yapmadi? Sirket tarihi boyunca profesyonel kadrolarin aldigi sofistike kararlarlami yonetildi? Sirketin 90’li yillarda uluslararasilasma stratejisi geregi yeni pazarlara girerken dustugu hatalar; cok buyuk sirketlerin dahi zaman zaman profesyonellikten uzak, kroniklesen hatalar yapabilecegini gosterir.

Birazdan siralayacagim Wal-Mart ornegindeki hatalar yenilir yutulur cinsten hatalar degildir! 

Uluslararasi bir pazara girecek olan sirket o pazarla ilgili kapsamli bir arastirma yapmak mecburiyetindedir. Yabanci pazara agresif bir tavirla girmek baska “dan dun” girmek baskadir. Pazara agresif olarak girmek o pazari bastan asagi degistirmek demek degildir. O pazarla ilgili arastirma ve analiz yapma gerekliligini ortadan kaldirmaz. Girisimcinin agresif sekilde girdigi pazardaki muradi; pazarin ekonomik kosullarini kabullenmek(market taker) yerine; kosullari belirlemektir (market maker). Wal-Mart icin stratejinin “aggresively expansion strategy” olarak formule edildigi ilk yillarda agresif giris ile “dan dun” giris arasinda kantarin topuzu tutturulamamistir. 

Demem o ki Wal-Mart ilk uluslararasilasma deneyiminde  bir cok pazara yeterli arastirma yatirimi yapmadan; “dan dun” girmistir!

*Wal-Mart 1991 yilinda Meksika’ya girdi:
-ABD’deki genis park alanlarina sahip supermarket formatinin aynini meksika’da insa etti. Market onune yapilan bu buyuk park alanlari; hem ulkede otomobil sahipligi ortalamasi  dusuk oldugundan atil kaldi hemde  alisverise otobusle gelen musteriler icin marketin ulasilabilirligini zorlastirdi. (Otobusle gelen ve cogunlugu olusturan musteriler ana cadde ile marketin giris kapisi arasindaki park alanini yurumek zorunda kaldilar.)
- Urun grubu seciminde cok temel yanlisliklar yapildi. Cogu Meksikanin varos bolgelerinde acilan marketlerde tenis raketleri ve toplari satisa sunuldu. Diger yandan Wal-mart keller diyarinda actigi supermarkette ise renk renk taraklari satisa sundu!!
- Meksika yuksek bir ulke. Bu ulkedeki hava basincinda ziplamaya uygun olmayan toplar raflara kondu. Topu ziplamayan meksikali cocuklarin bilinc altindaki wal-mart imajini dusunun:)  Sirketin Meksikada satilacak urunler icin ozel bir calisma yapmadigi ortadaydi.

*Wal-Mart 1995 yilinda Arjantin’e girdi:
-Elektronik alet reyonunda satisa sundugu tum cihazlar Amerikan tipi 110 voltluk cihazlardi. Fakat Arjantin prizlerinden 220 volt elektrik servis ediliyordu! O yil Wal-mart’tan alinmis sac kurutma makinalari, tiras makinalari Arjantinde sapir sapir dokuldu.
-Et reyonlarinda kesim Amerikan usulu yapildi. Arjantinli tuketici Amerikan usulu kesilmis etlerden satin almadilar.
- Marketin taki-toka bolumunde buyuk zumrut, elmas ve safirli takilar satisa sunuldu fakat Arjantinli kadinlar altin ve gumus takilari tercih ediyordu. Kadinlarin bu tercihini wal-mart pazara girdikten sonra tecrube etti. Dolayisiyla takilar elinde patladi.
-Arjantinli kadinlar mat renk kozmetik urunlerini tercih ediyordu fakat kozmetik reyonlari acik renk gosterisli urunlerle dolduruldu. Sirketin yeni girecegi pazardaki tuketici egilimleri ve tercihleriyle ilgili en ufak bir arastirma yapmadigi ortadaydi.

Bunlarin yaninda Wal-Mart Avrupada ozelliklede Almanya’da uluslararasilasmada yapilmamasi gereken her seyi yaparak bu pazarlardan adeta kovalandi. Caresiz ardina bakmadan kacdi elindeki diger uluslararasi pazarlarda iyilestirmelere gitti. Bundan sonra Wal-mart uluslararasilasma stratejisini gozden gecirme ihtiyaci duydu ve aggresivelly expansion strategy’sinden vazgecti. Diyebiliriz ki; sirket hatasinin sonucuna katlandi. Dahada otesi hatasindan donebildi..

Bugun dunyanin en buyuk sirketinde dahi bu denli basit hatalar yapilmis olmasi donulmez hata kavramini gozden gecirmemize yardimci olabilir. Turkler acisindan donulmez hata esigimizin cok dusuk oldugunu dusunuyoum. Oysa donulmez hata hic cikis yolunun kalmamasi seklinde tanimlanir. Fakat bizim icin yollar cok cabuk tukenir. Batmisizdir bitmisizdir, nasil olurda bu hataya dusmusuzdur.

Kim bilir belkide hatayi donulmez yapan sey; bizim hatadan donmeyisimizdir.  

14 Nisan 2013 Pazar

Efsane

Günümüz Türk edebiyatında belki de en sıkı takip ettiğim yazar olan İskender Pala’nın son kitabı Efsane’yi konusunu duyar duymaz okumak istedim. Bana birkaç yıl önce yazdığı ‘İki darbe arasında’ yı anımsattı hemen. Daha doğrusu kitapta geçen ve İstanbul Beşiktaş’taki denizcilik müzesinde muvazzaf askerken yaşadıklarını anlattığı bölüm geldi aklıma. 

İki darbe arasında’da belki hatırlanmaya hatta bir köşeye not edilmeye değer çok sayıda bölüm olmasına rağmen yazarın sık sık Barbaros Hayrettin Paşa’nın türbesine gidip Yasin-i şerif okuduğu bölüm çok etkileyici gelmişti. Bir zamanlar ruhuna yasinler hediye ettiği bu tarihi şahsiyetin efsanevi hayatını anlattığı yeni kitabı bu yönden çok manidardır.

Dün gece Beşiktaş sahilde Boğaza ve türbeye nazır bir köşede can dostumla oturup ice-tea ve elmalı kurabiye destekli muhabbet ederken yine aklıma ve kalbime düştü hem Kaptan-ı Derya hem İskender Pala. Suyun içine yapılan türbesini, her akşam kapısında yakılan o kandili ve türbeyi gören bir tepeden dizine oturttuğu Yusuf’una dedesinin kahramanlıklarını belki gözyaşları içinde anlatan Sidi Can’ı belli ki beni çok etkilemiş.

Kitabın sayfalarına serpiştirilmiş bir başka güzellik de bir aşk hikayesi. Öncesi hasret, sonrası hikmet ve meyvesi güzel yüzlü Yusuf olan bir hikaye. Aşkı nasıl anlattığından bahsetmeye gerek duymuyorum yazarın zira kendisi devrine aşkın ne demek olduğunu her platformda kendine yakışır şekilde ifade etmiş birisi. Ama yine de aşkına hiç olmazsa bir kere olsun dokunabilmek için uzanan o ele düşen tek damla gözyaşının içine yanlızca İskender Pala’nın sığdırabildiklerini okumak tarif edilemez. Bir çift çakır göze, yanıklarla süngerleşmiş bir çift ele öyle anlamlar yüklenmiş ki okuduktan sonra aşka olan bakış açısı çok başka raylara oturuyor insanın.

13 Nisan 2013 Cumartesi

Sosyal Medya ve Mahremiyet

İnsanoğlu varolduğu günden beri çevresiyle iletişim ve etkileşim halinde olan ve yaşamını idame ettirebilmek için de bu etkileşimden yararlanan bir varlık olagelmiştir. Önceleri küçük topluluklar halinde yaşarken dünya nüfusunun artması ve yeni coğrafi yerlerin keşfedilmesi gibi nedenlerle bu toplulukların demografik nicelikleri büyümüş dolayısıyla farklı kitleler birbirine daha da yaklaşmış ve aralarındaki etkileşim gün geçtikçe artmıştır.Yaşanan bu süreçte birbirinden haberdar olma dürtüsü, kendini güvende hissetme tabanlı bir güdüyle başlayıp günümüzde yerini bilme, bilinme, farkında olma, farklılık yaratma v.b. kavramlar çerçevesine oturmuştur ve zamanla yukarıda belirtilen kavramlar bir ihtiyaç halini almıştır.

Kitlelerin iletişim ihtiyaçlarının tatmini amacıyla kitle iletişim araçları 17. Yüzyılda dünya literatürüne 19. Yüzyılda ise ülkemize gazete kavramını getirmiştir.Gazete sayesinde insanların haber alma ihtiyaçları karşılanmış olup, kitlelere hitap etmek de bir o kadar kolaylaşmıştır.

Günümüze kadar gelindiğinde kitle iletişim araçlarının özellikle internetin yaygınlaşmasıyla geçirdiği başdöndürücü değişim yadsınamaz bir gerçektir.Ayrıca son dönem günlük hayatın her alanında karşılaştığımız sosyal medya kavramı kitle iletişimine bambaşka bir bakış açısı getirmiştir.Sosyal medya günümüzde her kullanıcısına bir kitle iletişim aracı olma şansı vermekte ve oluşturulan sanal bir serbest kürsüde her kullanıcıya, diğer kullanıcılara ya da takipçilerine seslenme olanağı sunmaktadır. Peki hangi bedelle?

Sosyal medya konjoktüründe sıklıkla kullanılan ‘paylaşım yapma’ kavramı bu soruya cevap niteliği taşıyabilir.Sosyal medyanın kullanıcılarına belirli oranda bir görünmezlik sağladığı varsayılarak yapılan paylaşımların toplumsal ya da kişisel mahremiyet algısını nasıl etkilediği düşündürücü bir sorudur.


MAHREMİYET
Mahremiyet (privacy) kavramı  hukuk düzenlerini sürekli meşgul etmiş, mahremiyetin korunması ve mahremiyete saygı gösterilmesi usulleri ve koşulları üzerinde yoğun tartışmalar yaşanmıştır.

Mahremiyet kavramı ilk kez 1890 yılında Amerikalı yargıç Brandeis tarafından "bireyin yalnız bırakılma hakkı" olarak tanımlanmıştır (http://www.bilgicagi.com/)

Mahremiyet kavramı kelime olarak “gizli, gizlilik”(TDK) manasına gelmektedir. Mahremiyet kişisel bir olgudur. Birey kendi yaşam alanı içerisinde bu mahremiyet kavramının içini istediği gibi doldurma hakkına sahiptir. Dolayısıyla mahremiyetin sınırları çoğu zaman muğlak bir hal alabilir.
Mahremiyet kavramına getirilen başka bir tanımlama da “Mahremiyet, bireyin kendi hakkındaki verilerin dolaşımını denetleme hakkıdır” (Dolgun, 2005, s.185). Bu hak kişinin en temel haklarından biridir. 

Kişi hangi bilgiyi kiminle ve ne zaman paylaşacağına kendisi karar verir.

Coğrafyamızda eskiden beri süregelen bir mahremiyet olgusu söz konusudur. Bu olgu insandan insana, yöreden yöreye değişiklik gösterse de toplumun her kesimi tarafından kabul edilmiş bazı mahrem olgular olduğu bir gerçektir. Üniversite öğrencileri arasında yapılan bir araştırmaya göre mahrem kabul edilen bazı olgular şunlardır: Bedenin bazı uzuvları, ev içerisinde yaşantı, aile ile ilgili hemen her şey, karı-koca ilişkileri, cinsellik veya cinsel hayat. Katılımcıların büyük bir çoğunluğu kıyafet açısından uygun
durumda olsalar dahi, evlerinin içinin görülmesinin kendilerini her durumda rahatsız
edeceğini dile getirmişlerdir. Bu katılımcılardan bazılarına göre de sadece kendilerinin
görülmesi değil; dışarıdan odalarının görünüyor olması da rahatsızlık vericidir.(Çelikoğlu, Yüksek Lisans Tezi)
Yine bu mahrem olgulardan bazılarının kamuya açılması toplum tarafından bile hoş karşılanmayabilmektedir. Örneğin, karı koca arasındaki sırların karı koca arasında kalması gerektiği, başka şahıslarla paylaşılmaması gerektiği toplum tarafından genel kabul görmüş bir durumdur.

Teknolojinin gelişmesiyle birlikte mahremiyet kavramının sınırları çok genişlemiştir veya ortadan kalkmıştır. Özellikle sosyal medyanın ortaya çıkması bu süreci hızlandırmıştır.

SOSYAL MEDYA VE MAHREMİYET İLİŞKİSİ
Bugün milyarlarla ifade edilen bir kullanıcı kitlesine sahip sosyal medya enstrümanlarını aktif şekilde kullanan kullanıcıların mahremiyet algısı gözlenmeye ve ölçülmeye değerdir.Özellikle meselenin ülkemize bakan tarafının ele alacak olursak bu dönüşümün ne oranda olduğunu görebilmek toplumsal değişimimizi ve evrilişini izlemek açısından önemli bir argüman olacaktır.

Anadolu halkı için tek ve kesin bir mahremiyet olgusu çizmek pek mümkün görünmese de genel geçer yargılara varmak daha kolay ve gerçekçi olacaktır. Ancak bu konuda da toplumumuzun mahremiyet çizgilerinin dikkatli incelenmesi gerekmektedir.Gerçekten mahremiyetten anladığımız örneğin ev yaşantımızın saklı tutulması mıdır? Ya da bir evi ya da içindekileri mahrem yapan unsurlar tam olarak nelerdir?

Bu sorulara farklı cevaplar vermek mümkün, ancak genel geçer yargılara varmak istersek belirli cevaplar vermek de olası.Türk toplumunda bir evin sokaktan geçen herhangi birine karşı saklanması, örtülmesi çok normal karşılanırken evimizin kapılarının hemen herkese açık olması düşündürücüdür.Bu konuda bir tezatlık görülse de dikkatli bakıldığında mahrem olan evin değil ‘ev hali’ olarak bilinen kavramdır. Eve gelen misafirlerden bile saklanması gereken durumdur aynı zamanda ev hali.

Anadolu toplumunun girift mahremiyet algısında bir evin bölümleri arasında dahi bir mahremiyet derecelendirilmesi söz konusudur.Mutfak mahrem değilken buzbolabının mahrem sayılması, salonun her misafire açık olmasına karşın özellikle ebeveynlere ait yatak odasının kapalı tutulması gibi.

Mahremiyet algısının bu denli ayrıntılı olduğu bir topluma çekilen resim ve video ları geniş kitlelerle paylaşma olanağı vererek ve kullanıcılar arasında bunu bir sosyalleşme şekli olduğu algısını uyandırarak toplumsal çizgilerimiz yer değiştirebilir mi?Eğer değiştirirse bu kültürel bir yozlaşmaya sebep olabilir mi?Çalışmamızın temel amacı bu temel sorular cevap niteliğinde bilgiler edinebilmektir.

Üniversite öğrencilerinden oluşan gruplara uygulanacak anketler sonucunda elde ettiğimiz bilgiler yukarıda bahsettiğimiz soruların cevaplarına ulaşmamızda çok önemli bir yol gösterici olacaktır.

2 Nisan 2013 Salı

Petrol

Bu ülkenin tarihsel şanssızlığı, diğer topraklardaki fosillerin petrole dönüşerek ekonomik zenginliğe katkı sağlaması ama bu topraklardaki fosillerin aktif politikaya devam etmesi ya da gazetelerde köşe yazarlığı yapmasıdır. Bu fosillerin takvimleri hiç bir zaman 1980 yılının ilerisine gitmemiştir. Ne politik olarak ne de ekonomik olarak 1980 sonrasında olanları anlayamamışlardır. Ya da daha doğru ifade ile algılayamamışlardır, ne kapasiteleri, ne eğitimleri ne de vizyonları buna müsait değildir, olamamıştır.

Örneğin bu dinazorlar hem ithalatın ve cari açığın yüksek olmasından yakınmaktadırlar hem de benzin fiyatlarındaki vergilerin indirilmesini istemektedirler. Yine bu fosiller cari açık=döviz açığı diyebilmekte, ama 2002’den beri cari açık (yani döviz açığı) verirken Merkez Bankası’nın döviz rezervinin nasıl arttığını açıklayamamaktadırlar. Yüksek faiz ile iç talep balonu oluştururlar. Talep balonu ile talebin arzdan fazla olmasını aynı şey zannederler. Gelir etkisi (income effect)’den habersizdirler, ya da öyle davranırlar.

Yine aynı fosil grubu “enflasyon önemli değildir, önemli olan cari açıktır” gibisinden saçma sapan zırvaları kolayca söyleyebilmektedirler.
Bu grup hala 70’lerde 80’lerde kaldığı için küreselleşmeyi anlayamamışlardır, dolayısıyla her türlü sermaye hareketi karşısında dilleri tutulmakta eciş bücüş olmaktadırlar. Gözleri kurdan başka bir şey görmez. İthalatı hala devletin yaptığını zannedip cari açık meselesinin devlet/hükümet tarafından halledilmesi gerektiğini düşünürler. Bu kesimin dini imanı (ve maaşları, ve çoğunluk yatırımları, ve ekonomi anlayışları) dolar üzerine kurulu olduğu için gözleri dolardan başka bir şey görmez.

Kriz sevdalısıdırlar. Kriz de zaten doların artması demektir. Ekonominin büyümesi ya da küçülmesi kriz endikatörü değildir. Cari açık sorununa tek çözüm önerileri dolar kurudur. Onlara göre doların lira karşılığı artarsa ihracat artacaktır, çünkü küresel rekabet anlayışları ancak bununla sınırlıdır. Verimlilik denen şeyden bihaberdirler. Zaten rekabeti de sevmezler. Devlet üretsin, devlet şunu yapsın devlet bunu yasaklasın zihniyetinden başka bir şey bilmezler. Benzer şekilde, dolar artınca ithalat da azalacaktır, cari açık sorunu çözülecektir. Hem bu ülkenin sermaye açığı olduğunu söylerler, hem dışarıdan gelen her türlü sermayeye karşı çıkarlar.

Her şeyi devletten bekledikleri için (artık kafalarında devlet anlayışı nasılsa) kedisi köpeği hastalansa devletten bilirler (örnek Kuş gribi). Fiyaskoyla sonuçlanan Devlet Planlama dönemi (her şeyin, özel sektör yatırımlarının bile devlet tarafından belirlendiği dönem) onlar için Asr-ı saadettir. Serbest piyasa denince anladıkları başıboşluk, kuralsızlıktır. Özel sektör borcu ile kamu borcunu ayıramamaktadırlar. Mutlak değere bakıp analiz yaparlar. Matematikleri boktan olduğu için daha derinine kapasiteleri yetmez. Zaten bu ülkenin diğer şanssızlığı da aritmetiği matematik zannetmesidir. Matematikleri yetersiz olduğu için de analiz zafiyeti bulaşıcı durumdadır. Matematik yetersizliğini üniversite sınavlarında ortalama matematik doğru cevaplarına bakarak anlayabilirsiniz. (Kilit kelime “ortalama”).

Her türlü felaket haberi ile zil takıp oynarlar. Ekonomiye bakış açıları Orhan Gencebay’ın iki şarkısı ile sınırlıdır: “Ben zaten her acının tiryakisi olmuşum” ve “Ya evde yoksan?” (Bu tespit bana ait değildir). İşlerin iyi gitmesinden, ekonomik görünümün olumlu olmasından rahatsızlık duyarlar. Ekonomide yaşananlar ise gün be gün onların ezberini bozmaktadır ama umurlarında değildir.

Örneğin, ham petrol ithalatı 2006’da Ocak-Mayıs döneminde ton bazında yüzde 9 düşmüştür (geçen yılın aynı dönemine göre). Ama dolar bazında yüzde 28 artmıştır. (benzer durum 2003’ten beri var). Yine aynı dönemde mineral yakıt ve mineral yağ ithalatı 7 milyar dolardan 11 milyar dolara çıkmıştır. Dış ticaret açığı da 16 milyar dolardan 22 milyar dolara çıkmıştır. Ama bunu görmezler ya da görmek istemezler. İthalatın neden arttığı umurlarında değildir çünkü. Ancak tek bildikleri dış ticaret açığı, ya da cari açık artıyor diye ağlamaktır, şikayet etmektir. Bir de benzin zammından ağlaşırlar. Eğer cari açığı azaltmak istiyorsan petrole yeni vergi koyacaksın, ki kullanımı (talep) azalsın bu bir. Benzin üzerinden vergiler kaldırılırsa benzin ithalatı azalmaz, artar bu iki. Bu petrolü de devlet ithal etmiyor, yani parasını devlet ödemiyor bu üç. Bireylerin vergi ödemediği bir ülkede kimsenin yüksek vergilerden şikayet etme hakkı yoktur bu da dört.

Biz göremeyiz ama, bu fosiller bir gün petrole dönüştükleri gün ülke iki yönlü kazanacaktır. Birincisi yorumcuları cahil ve kötü niyetli olmayacak. Diğeri, ülke bu kadar petrol ithal etmek zorunda kalmayacak. Hoş, bir ihtimal daha var: Ya o günlerde petrol artık değersiz bir madde haline gelirse? Yandık o zaman. Demiştik ya: “Ya evde yoksan?”

Son olarak, Ekşi sözlükten bu şarkıyla ilgili bir alıntı:
aklımı başımdan alan bir şarkıdır bu benim. sözleri açısından tabii. yani, adam bu kadar plan program yapmış. neredeye bütün hayatının anlamının o kişinin evine gitmeye kurmuş. ama küçük bir pürüz var: ya evde yoksa? allahım. o kadar sürünmüşsün sokaklarda. bakkaldan filan bir telefon ediver bari gitmeden, “evdeysen geliyorum” diye. telefonu açan olmazsa gitmezsin sen de, böylece kapının önüne geldiğinde “ya evde yoksa?” tribi yaşamazsın. ha, diyelim ki telefon olayı ters. e canım, gittin evde yok. nereye gitmiş olabilir? bakkala ya da komşuya filan gitmiştir. yarım saat beklersen gelir. ha, asıl kaygı duyduğun mesele o şahsın şehri terketmesi ya da uzun bir süre bulunmaması ise yine acayip bir durum var. o zaman mesele bahsigeçen kişinin o an evde olmaması değil, hayatını değiştirmiş olmasıdır ki, sen bunu bilmediğine göre zaten o hayatın içimde yoksun demektir.”


Kaynak: