Metinler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Metinler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Ocak 2019 Perşembe

Köylü Kurnazı


Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ben diyeyim yıllar sen de asırlar önce denizler ortasında bir adada haşmetli bir kral yaşarmış. Kral, halkını bu küçük adadaki sarayından idare edermiş.

Kralın bir de Esma Sultan adında kızı varmış. Güzelliği ada sınırlarını aşıp tüm ülkeye yayılan Esma Sultanı görmek için ülkenin genç yaşlı tüm erkekleri adaya çıkar Krala yüz sürermiş. Onu yakından görebilenlerin dilleri tutulur, hayata küserlermiş. Esma Sultanla halvet olmak bir yana, ona dokunabilme talihine erişebilen bir avuç teba halk arasında sınıf atlarmış.


Ana karadaki bir köyde terzi yamağı olan Galip'e de tüm dünya dopdolu Esma görünürmüş. Esma Sultan ile uyur Esma Sultan ile uyanırmış. Hayattaki tek dileği Esma Sultana bir kez olsun dokunabilmek, koklayabilmekmiş.

Uykusuz gecelerinden birinde aklına bir cinlik gelmiş Galip'in. Adaya haber gönderip vezirle görüşmek istemiş.


Vezir, bu fakir ama cesur köylü gencin ne istediğini merak edip destur vermiş. Galip adaya varıp vezirle birebir kaldığında kellesinin vurulmasını göze alıp, cesaretini toplayarak, bir çırpıda, anlatmış derdini; Esma Sultanın memelerini bir kez olsun görmesini sağlarsa vezire üç bin altın vereceğini söylemiş!


Paragöz vezir başta celallense de havadan kazanacağı üç bin altını düşünüp teklifi kabul etmiş. Planladıkları üzere, Esma Sultan hamamda yıkanırken vezir, sütyenine kaşındıran karınca tozu dökmüş. Hamamdan çıkan Esma Sultan sütyenini giydiğinde dayanılmaz bir kaşıntı peydah olmuş. Panzehiri olmadan bu kaşıntının yıkanmakla, kurulanmakla geçeceği yokmuş. Kral, vezirini çağırarak derhal bir hal çare bulmasını emretmiş.

Kurnaz vezir, Esma Sultana büyü yapıldığını, bu büyünün ancak ana karadaki efsunlu bir terzi yamağının tükürüğü ile bozulabileceğini söylemiş. Kral kızının haline dayanamayarak çaresiz kabul etmiş. Vezir saray askerlerini köye gönderip Galip'i adaya getirtmiş, diline karınca tozu panzehirini sürdükten sonra Esma Sultanın yanına götürmüş. 


Galip, büyük bir iştahla Esma Sultanı yalamış. Dilindeki panzehirin etkisiyle de Esma Sultanın kaşıntısı geçmiş.

Bir sigara yakıp, odadan büyük bir keyifle ayrılan Galip bir oyun da vezire edip, vadettiği üç bin altını vezire vermeyeceğini, dilerse düzenbazlıklarını Krala anlatabileceğini, bu durumda vezire kendi kellesinin de vurulacağını hatırlatmış. Tongaya düşen vezir çaresiz Galip'i salıvermiş.

Galip ağzı kulaklarında köyüne dönüp, mutlu mesut yaşamaya devam etmiş.


Derken bir gün, saray askerleri köye gelerek, bu kez de kralın kıçına büyü yapıldığını, acilen saraya gelmesi gerektiğini söyler.

6 Aralık 2018 Perşembe

Fırlatmaya Son 10 Saniye!

1 - Fırlatmaya 10 Saniye, 2018

Yukarıdaki fotoğraf, “Muharrem İnce İle Fotoğraf Çekildikten Sonra Sahneden Fırlatılan Adam”a ait. Bundan böyle ondan “Fırlatılan Adam” olarak bahsedeceğim.

Fırlatılan Adam Karşıyaka’da, Dr. Mustafa Enver Caddesi üzerindeki Şair Eşref Apartmanının 14 yıllık kapıcısı, 52 yaşında. Fırlatılan Adam, İzmir’e karısıyla birlikte, 99 yılında çalışmak için geldi.

İlk 3 sene Urla, Bornova, Balçova ve Çiğli’de yazlık inşaatlarında demir ustası olarak çalıştı. 3 sene sonra Karşıyaka’daki Muammer Aksoy Parkı Durağına 20 metre uzaklıkta bir mesafede bulunan üç metre karelik pimapen bir büfenin devren satılık olduğunu duydu ve büyük oğlu işletsin diye satın aldı. 5 ay sonra oğlu askere gidince büfeyi kendisi işletmeye devam etti.

Her gün aynı durakta inip, Fırlatılan Adam’dan sigara alan Şair Eşref Apartmanı yöneticisi, apartmanlarına kapıcı aradıklarını söylediğinde Fırlatılan Adam bir an bile düşünmeden büfeyi satıp kapıcılığa başladı. O zamandan beri de kapıcı.

Sonradan da olsa, apartmanındaki herkes gibi o da bir halk partili.

2018 Mayıs’ta, Muharrem İnce’nin İzmir’de yaptığı bir konuşmada sahneye fırlayıp onunla selfie çekinmek isteyen Fırlatılan Adam, selfie’den hemen sonra korumalar tarafından fırlatıldı.

Bu fotoğraf, Fırlatılan Adama ait, ismi “Fırlatmaya 10 Saniye”, 2018 yılı Mayıs Ayı’nda Fırlatılan Adamın kendi cep telefonu ile çekildi.

Fotoğrafın ne şartlar altında çekildiği şuradan izlenebilir:

Fotoğraf ne anlatıyor? Fotoğrafa baktığınızda Fırlatılan Adam henüz fırlatılan adam değil. Kime gösterecekti, nerede paylaşacaktı, nerede sergileyecekti acaba bu fotoğrafı. Neden bu kadar mutlu? Az sonra fırlatılacağının farkında olsa yine de mutlu olur muydu? Fırlatıyor ama çalışıyor diye düşünüp yine de sahneye fırlarmıydı acaba? Basit bir fotoğraf, ünlüyle çekilmiş bir selfie karesi. Fotoğrafın kendisi hiç birşey anlatmıyor!

2 - Fırlatmaya 10 Saniye, 2013

Bu fotoğraf ise İlker Canikligil’e ait. Fotoğraf, İlker Canikligilin Aralık 2014 yılında İstanbul Zorlu Performans Sanatları Merkezi Galeri alanındaki “Çok Aslında Azdır” isimli ilk solo sergisinde yer aldı.

Adı, “Fırlatmaya 10 Saniye”. (2013, Pleksiglas Altında Arşivsel Pigment Baskı, 150*190 cm.)

Fırlatmaya 10 Saniye çok yüksek çözünürlüklü ve büyük boyutta bir fotoğraf. Çekim sonrasında manipüle edilip, içinde çoğaltmalar uygulanmış bir fotoğraf.

Fotoğrafta ihtişamlı, büyük bir iş kulesi var. Başlangıçta fotoğraf bu büyük iş kulesinin fotoğrafı gibi görünüyor, daha yakından bakıldığında ışığı yanan katlardaki çalışan yüzlerce insan, bilgisayarlar, ofis malzemeleri de ayırt edilebiliyor.

İlker Canikligil fotoğrafını aşağı yukarı şöyle anlatıyor; Fotoğrafa ilk bakıldığında hızlıca kavranıyor ve büyük bir kuleden başkası görünmüyor. O İlk bakıştaki basitlik, teklik ve büyük olmasına rağmen azlık hissi serginin temel amacı.

Çünkü fotoğrafa daha yakından bakıldığında görülebilen bir çokluk var. İşte bu çokluk aslında en başta hissedilen azlığı meydana getiren şey. Çokluğun sonunda azlığa yol açtığıyla ilgili eleştirel bir fotoğraf.

Fotoğrafın ne şartlar altında sergilendiği şuradan izlenebilir.


Fotoğrafın çok net bir anlatısı var. Tutarlı ve temiz. Planlı ve teknik bir fotoğraf. 

3-Son
Seçim yapacak olsak acaba hangi fotoğrafa bakmış olmayı, görmeyi daha çok isteriz. 

Neden birini diğerine üstün görürüz? Ne zaman hangisini üstün görürüz? Kim hangisini görmekten daha çok haz alır, kim diğerini görmek ister? 


Yukarıdaki fotoğrafa hangimiz sahip olmak ister? Bizim için ne ifade eder? 

Bu fotoğrafın bilmediğimiz, tanımadığımız kasabalı bir adama ne ifade ettiği şuradan izlenebilir.

https://www.youtube.com/watch?v=JNXokIuBuDk

Söylemeye çalıştığım belki de şu; amaçsız, plansız ve belki de rastlantısal bir şekilde yaratılan bazı şeyler bazen, belli bir disipline, tekniğe bağlı kalınarak yaratılandan daha kıymetli olabilir. Belki de olmaz.

14 Ekim 2018 Pazar

Closed-Loop Communication

https://www.youtube.com/watch?v=3lheUJI3MJ8

Closed-loop communication is a communication technique used to avoid misunderstandings. 

When the sender gives a message, the receiver repeats this back. The sender then confirms the message; thereby common is using the word “yes”. When the receiver incorrectly repeats the message back, the sender will say “negative” (or something similar) and then repeat the correct message. 

If the sender (person giving the message) does not get a reply back, she must repeat it until the receiver starts closing the loop. 

To get the attention of the receiver, the sender can use the receiver's name or functional position, touch his or her shoulder, etc.

10 Ekim 2018 Çarşamba

Pizzeria Al Dente / Yusuf Akbal

Güney Amerika’nın Cape Town kentinde başladı..

Oraya gitmiştim kalma amaçlı, bir arkadaşım vardı orda, onu ziyarete gitmiştim. Uygun görürsem de kalacaktım. Öyle cadde boyu yürürken bir gün doğal olarak karnım açtı, açıktım bir yerde yemek yeme ihtiyacı duydum. O zaman Türkiye’de pek pizza kültürü yoktu, ben de tam anlamıyla bilmiyordum. Restoranta girdim, ilginç geldi, dekoru hoşuma gitti. Ve orda PİZZERİA yazısını okumuştum o zamanlar. Ve pizza istedim ama ne isteyeceğimi de daha doğrusu bilmiyordum.

Orada ki diyaloğumu hala hatırlıyorum, çünkü garson kız bana seçenekler sunmuştu. İngilizce olarak iyi kötü anlıyordum, ama yani  pizza kültürünü bilmediğim için hatta garson kızdan rica etmiştim:  “Siz ne seviyorsunuz” diye sormuştum, o da bana yardımcı olmuştu. Peki ondan yiyeyim dedim..

Ve ilk öyle tanışmıştım. Bu 91 yılındaydı. Ama bu biraz, bir sevgili gibi oldu tanışma.. Hani birisiyle tanışırsınız, aklınızda hayalinizde yoktur ama mücadele edersiniz, yıllarca başka işlerle uğraşırsınız. Sonra bir gün, on yıl sonra dönersiniz, o kişiyle tanışırsınız belki de aşık olursunuz. Benim hikayem de ona benzer.

Daha sonra bundan on-on dört yıl kadar önce Avusturya maceram oldu, oraya gittim, orada kalmaya başladım. İki aylık üç aylık dönemlerde orada ki pizza kültürüyle tanıştım, sonra aklıma Güney Afrika geldi. Ve buradaki arkadaşlarla biraz samimi oldum. Çoğunlukla, şu an bulunduğum bölge itibariyle, söylüyorum Avrupa’da şiteeamart denilen bölgesinde; pizza ve döner olayı çok yaygın ve hemen  hemen pizza da Türklerin elinde, onlar yapıyorlar bu ürünü.

Oradaki arkadaşlarla konuştuğum zaman bana pizzayı anlattılar, merak ettim. Orada mutfağa girmek de biliyosunuz sorun.. Ben turistik amaçlı gidiyorum, istediğim zaman mutfağa girip pizzayı sorgulama hakkında sahip değilsiniz. Çünkü uzakta durmanız gerekiyor, ürüne elinizi süremiyorsunuz. Sadece gözlemleyebildim, takip edebildim, bana pizzanın inceliklerini anlattılar.

Hatta bir gün bir diyaloğum oldu, neden bu kadar kaşarı biraz daha abartmıyorsunuz diye sordum. Ne de olsa bizde pide kültürü var, peynirli pideye aklım gitti. Arkadaşım da ne demek istediğimi anladı, bana espriyle tamam dedi, senin istediğini yapayım dedi, ne kadar istiyorsun? Ben dedim ki yani kaşarı biraz daha arttırabiliriz. Bu dedi olması gereken kaşar, bu da dedi senin arzu ettiğin kaşar, aynı ürünü koyalım ikiye bölelim, piştikten sonra yarısından bir yersin, bir de bundan yersin ne demek istediğimi anlayacaksın. o zaman hatamı anladım.

Bunda çok aşırı olmamak kaydıyla, çok da az olmamak kaydıyla tadında ayarlamak gerekiyor. Yani çok yoğun bir kaşar, çok yoğun bir malzeme de yerken insanı tıkıyor. Ne de olsa bu bir hamur, ne kadar güzel olursa olsun bir tıkanma yapar. 

Tabi bunun ürün kalitesi de çok önemli, bunu İtalyan ustalarla da konuştum, İtalya’ya geçip. Bana ürüne saygı duymamı söylediler. Yani hamurumuz iyi olabilir, tadı güzel olabilir, kişiden kişiye de değişebilir, ama ben çoğunluğu baz olmak zorundayım. Şu an bizim yapmak istediğimiz pizzanın kültürü de budur, tadı da budur..Bunun çok ince hamurlu olanı da vardır. Biraz daha kalın olabilir. Ama benim gördüğüm, benim olduğum bölgede İtalyan ustaların zamanında Avusturya’ya girip öğrettikleri pizza budur. Ben de  bu ayarı değiştirmek istemiyorum, çoğunluk da bunu tercih eder.

Ben sadece görsellere bakıyorum, pizzayı icat eden ben değilim. Sağ olsun arkadaşlar yapmışlar vatandaşlar, İtalyanlar. Sonra Türkler bunu eline geçirmişler o bölgede. Ben o arkadaşlar vasıtasıyla bu işi öğrendim. Şu anki ustamız da Avusturya’da 8 senedir pizza ile ilgilenen, kürekçilik yapan, pizza küreği kullanan arkadaşımız bu konuda çok iyi. Onun da buraya gelmesiyle ben de çok rahatlamış oldum.

Bizler de pizza yapabiliyoruz, ama ustaya ustalık derecesinde saygı duyuyorum. Çünkü pizza yapmayla usta olunmuyor. Bunun belirli bir süre ve zamana ihtiyacı var. Yani ben size pizza yapabilirim ama sizin gibi 20 kişi bir grup gelirse buraya esas ustalık orada konuşulur; “Ustanın heyecanlanmadan, seri halde o pizzaları atabilmesi lazım.”

Bir de bu taş fırında piştiği için bunun özel biraz emek ve yetenek gerekiyor, çaba sarf etmek gerekiyor. Buhar sistemi olmadığı için yani bir tarafa koyup altına herhangi bir tepsi, saç koyup öbür taraftan çıkmıyor. Taşın sıcaklığına göre pizzayı çevirmeniz atmanız ve küre atmanız gerekiyor, çıplak hamuru üzerinde bir ağırlık oluşuyor. Çıplak olduğu için hamur o ağırlığı alıp, o şekli hiç bozmadan aynı şekilde taşın üzerine bırakmanız gerekiyor. Küreği çekerken bozmamanız sarsmamanız gerekiyor.

Yani pizza kültürüm, olayım böyle başladı…

 

17 Nisan 2018 Salı

Equus (Küheylan) / Peter Schaffer

Alan Strang’ı kıskanıyorum… 

Herkese diyorum ki eşim Margaret bir sofu, ben de bir Paganım. Bir Pagan! Medeniyetin ana rahminde çılgınca dönüşler yapıyorum… İlkelliğe doğru fantastik bir boyun eğme… Ah, ilkel dünya! Hangi içgüdüsel doğrular içinde kaybolup gitmiştir! 

Ve ben burada oturup hayal gücü olmayan zavallı bir kadınla dünyayı paylaşırken şu tuhaf çocuk gerçek olanı yakalamaya çalışıyor! 

Ben, Argos’un topraklarını titreten atların bulunduğu kitap sayfalarına oturup bakarken o, penceremin dışında Hampshire tarlasında atlarla tek vücut oluyor! 

Ben geceler boyu altı yıldır öpmediğim bir kadını örgü örerken seyrederken o, kendi Tanrısının terlemiş yanaklarını emiyor! 

Daha sonra her sabah kitapları rafa kaldırıyorum… Dionysus heykelime bana şans vermesi için dokunuyorum ve hastaneye gidip onu delilik yüzünden tedavi ediyorum. 

Beni anlıyor musun?

3 Ocak 2018 Çarşamba

Babylon

- Hamamı surların üstüne yapmak yerine suların üstüne yapsalar daha iyi olmaz mıydı?
- Efendim?
Metrobüs körüğüne yakın asılı duran LCD’yi göstererek;
- Hamam surlar üstüne kuruluymuş. Arabacılar Hamamı... Spa da varmış.
- ...?!!??!
- Diyorum ki hamamı neden surların üstüne kurmuşlar ki? Hayır, kurulabilir tabi ama bu övünülecek bişey mi? Anladık reklam... Anladık hedef kitlen metrobüs yolcuları... Ama bu bi hamamın özelliği olabilir mi? Ben olsam suların üstüne kurar reklamı da öyle yaparım. "Arabacılar Hamamı.. Suların üstüne kurulu hamamımız bay ve bayan bölümleri ile hizmetinizde. Üstelik sular üzerine kurulu olduğundan asla su sıkıntısı çekmeyeceksiniz. Suyu bol buldunuz, yıkanın… Arabacılar hamamı..." Bilmem ne sokak, numara 27, Fatih İstanbul.
- Yani?
- Yani hamamda en çok su tüketiliyo. Su hamamın hammaddesi… Hamamda su tüketilir, sur tüketilmez ki. Surların üstüne kurdun da noldu yani. İş mi... Sana ne faydası var? Peki bir tüketici olarak bana ne faydası var? Sur hamam seçiminde bir kriter olabilir mi? Benim olmaz. Mesela bi hamama gidecek olsam hamamda sur var mı aramam, su varmı onu ararım. Suru yok diye hamama gitmemişliğim yok ama evde su yok diye hamama gittim. Örnek olsun diye şeyettim bunu... Hem işletmeci olarak senin için de iyi olan bu. Suyun üstünde olduğundan çek suyu ver hamama. Maliyeti düşürürsün.
- Hamam reklamı mı vardı burda?
- Evet
- Görmedim ben.
- E geçti hemen çünkü. Bakmadın ki! Ne anlatıyoruz burda!

Babylon Bomontiye gideceğim, Mecidiyeköy’de inmeliyim. Sonra metroyla Osmanbeye geçer taksiye atlarım. Aşağı yukarı 10 lira tutar. 

Taksiye binmeden kafamı eğerim, şoförle göz göze gelip sigarayı gösteririm. Konuşmadan; “Sigaram var ve yeni yaktım.. Şoför, sigarama iyi bak, bu gördüğün içtiğim en lezzetli sigara, çektiğim her nefeste dumanı ayak parmaklarımda hissediyorum. Yer çekimini yeneli epey olmuş. Ayak parmaklarıma ulaşan sigara dumanı bulutlara dönüşüyor. Bulutlar üstündeyim. Osmanbey bugün amma kalabalık, insanlar üstüme üstüme yürüdü. Aralarından ustalıkla sıyrıldım da geldim sana. Peynir yuvarlama festivalinde peynir kovalayan Hollandalı gibi peşinden koştum senin. Takıldım sarının peşine. Doğulusun biliyorum, çünkü gerçek Kürtler sarışın olur. Gerçek taksiciler de kürt olur. Halden anlarsın sen. Sigaramla binmek istiyorum sana. Beni kabul eder misin?” diye sorarım. 

Konuşmadan cevap verir doğulu şoför; “Halden anlarım. Bin çabuk, nerde olmak istiyorsun söyle. Şüphesiz seni olmak istediğin yere götürecek olan ancak benim.” Sigaralı müşteriye teşne doğulu şoföre kanım ısınır ama yol boyu ağzımı açmam. Yanlış bir şey söylemekten korkarım. Geleceğim yere gelir inerim. Saat geç. Omar Souleyman’ın sahnesi bitmiştir. Tam ben ulaştığımda Nusaibin çıkar.

Harika, tüm detayları planladım. Gelecek 20 dakika boyunca ne yaşayacağımı biliyorum. Bu öyle bir his ki gelecek 20 dakika boyunca ne yaşayacağımı değil ne yaşadığımı biliyorum demek daha doğru.

Mecidiyeköy’de inmeliyim. Ne tesadüf tam da Mecidiyeköy’deyim. İndim. Elim istemsizce cebimdeki sigara paketine gitti. Zor durdurdum kendimi. Durdurdum çünkü henüz Osmanbey’de değilim, taksi aramıyorum.

Dilim damağıma yapışıyor. Dilim hiç kullanılmamış bulaşık süngeri kadar katı ve kuru. Suyun altına sokup emsin istiyorum suyu. -Üç, beş yıkamadan sonra iyice kendini bırakır sünger, artık yumuşacıktır.- Yumuşacık olsun istiyorum dilim. En son ne zaman su içtim hatırlamıyorum.

Hamidiye su makinesi gördüm sanki. Dokundum, gerçekten var… Cebimden 2 lira çıkarıp attım içine makinenin, 2 küçük içi dolu yaramaz su şişesi düştü hazneye hemen, gerçekten düştü. 

Önce birini aldım, diğeri haznede içilmeyi beklerken ordan ayrılmadım. Makinenin başında şişeyi apazlayarak içindeki suyu tek seferde fışkırttım içime. Tazyik damağımı yumuşattı. Dilim artık ağzımın içinde daha rahat hareket ediyor, dilim nemli… Derhal apazlanmayı bekleyen diğer yaramazı alıp boşunu hazneye bırakıverdim. Yeni yaramazı içerken dudağımın kenarındaki boşluklardan yol bulan damlalar döküldü. Artık montum da damağım gibi ıslak. 

Yarısına kadar içtim Hamidiye’mi. Susuzluğum bitmiş değildi ama bitsin de istemiyordum sanki. İşte tam da bu yüzden yarısını bıraktım, içmedim. Şişeyi üzerinde durduğum zemine kusursuz ölçüde paralel tuttum, açı sıfır. Kapak ise yaklaşık 20 derecelik bir açı ile kapatmayı beklediği şişeye bakıyor. Bu vaziyette kapağı birkaç tur şişenin ağzında çevirdim. Haliyle kapak tam kapanmadı. Kapağı çıkarıp açısını düzeltip yeniden çevirerek tam kapatabilirdim. Yapmadım.

Metrobüs durağından çıkıp, Mecidiyeköy metrosuna doğru ilerledim. Zira bir sonraki hedefim metro ile Osmanbey’e geçmek.

Yürürken;


  • Açı farkı sebebiyle tam oturmayan kapak su kaçırmaya, elimdeki şişeden yere su dökülmeye başladı. Yolları ıslayan bir itfaiye eri gibi metroya ilerliyorum.
  • Hava soğuk, montumu boğazıma kadar çekiyor, başımı biraz öne eğip açıkta kalan ağzımı soğuktan korumak için montun yakası içine sokuyorum.
  • Ellerim de üşüyor. Sağ elimde sokak sulayan, apazlandığı için formu bozulmuş su şişesi var. Cebime sokamam, sığmaz. Asimetri saplantısıyla boşta olmasına rağmen diğer elimi de cebime sokmamam gerektiği hissine kapılıyor, bunun yerine montumun kolunu uzatıp elimi içine gizliyorum. Yalnızca birkaç parmağım görünüyor ucundan. Arada elimi yumruk yapıp ağzıma götürüyor, hohlayarak ısıtıyorum avuç içimi.
  • Gözlerim tüm ani hareketlere duyarsız, hedefine odaklanmış bir kan çanağı kırmızısı… Göz kapaklarım tüm vücut ağırlığımın iki katı ağırlıkta nerdeyse.

Bu vaziyette azıcık ötedeki trafik ışıklarına varıyorum. Yayalara kırmızı, araçlara yeşil yanıyor. O da ne ışıklarda klonlarımı görüyorum adeta. Müşteri bekleyen cam silicileri… Ellerinde birer su şişesi, boştaki elleri kıyafet kollarının içinde, başları öne eğik, gözler baygın fakat ateş çemberi…  Domuz avlayan köylünün domuzun atış menziline girmesini sinsice beklediği gibi bekliyorlar araçlara yanacak kırmızıyı.

Ben ise beklemek niyetinde değilim. Gideceğim yöne doğru, akan trafiğin tersine yandan yürümeye başlıyorum. 5-10 adım sonra yanıyor kırmızılım. Karşıya geçmek için müthiş bir fırsat, Kırmızı ışıkta duran ilk araçtan 4 araç daha ilerdeyim. Dalıyorum araçların arasına, zigzaglar çizerek ilerliyorum yolun karşısına.

Bir şey dikkatimi çekiyor. Yanından geçtiğim camı açık araçlar derhal camlarını kapıyor, kapılarını kilitliyor… Göz göze geldiğim şoförlerin yüzlerinde korkuyu, tedirginliği seziyor ancak anlam veremiyorum. Biraz sonra geldikleri yönde bir kaza oldu galiba diye düşünüyorum. Yüzlerine yansıyan korku bu yüzden… Açıklamam beni tatmin ediyor.


Artık karşıdayım. Sonrasını ise hatırlamıyorum.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

The god

Someday a girl was painting something on her paper in the class. Teacher came and asked what are you painting?
-I am painting the god.
-But no one knows what he looks like.
and the girl said no problem they would see in a minute.

15 Temmuz 2012 Pazar

Dostumuzdan kısa kısa film eleştirileri

Acar dostumuz sisko Harun basit, okunakli, yormayan, kasinti yapmayan, hazmi kolay, spoilerdan uzak elestirileriyle gogsumuzu kabartmasada en azindan film izleme istegi uyandiriyor. Essek degilizya! Bamya yemisliğimiz sütlaç kaşıklamışlığımız gunlerin hatırına bende sana kefilim ulan.. Hadi yine iyisin köftehor.

Ornek vermek gerekirse
http://hrnacr.wordpress.com/2012/05/09/chronicle/

1 Temmuz 2012 Pazar

Çorumlu kamil kumandan

Avrupadan bir topcu ustasi istanbula osmanli topcu birliklerini egitmek maksadiyla getirilir.

Topcu ustasi birligi uzaktan gozlemler. Osmanli askerinin atis yapmadan evvel hedefi : 2 biyik kivrimi solda 3 biyik kivrimi yukarda diyerek tarif ettigini duyar. Birligi siraya dizip geometri bilgilerini olcmek icin soru sorar. Ucgenin ic acilarinin toplami kactir?

Uzun suren sessizlik birligin en rutbelisi corumlu kamil kumandan tarafindan bozulur.

Ucgenine gore degisir heri..

29 Mayıs 2012 Salı

Noah and Allie

Notebook'un en etkili salya sümük sahnesi. Buyrun...

Noah:
So it's not gonna be easy.
It's gonna be really hard.

And we're gonna have to work
at this every day,

but I want to do that,
because I want you.

I want all of you,
forever, you and me, every day.

Will you do
something for me?

Please?
Will you just picture your life for me?

30 years from now,
40 years from now, what's it look like?

If it's with
that guy, go! Go!

I lost you once,
I think I could do it again,

if I thought it's
what you really wanted.

But don't you take
the easy way out.
         
              Allie:
             What easy way?
             There is no easy way,


             no matter what I do,
             somebody gets hurt.

Would you stop thinking
about what everyone wants.

Stop thinking
about what I want, what he wants,

what your parents want.
What do you want?

What do you want?
           
              It's not that simple.

What do you want?
           
             It's not...

Goddamn it,
what do you want?

             I have to go....

http://www.imdb.com/title/tt0332280/

The Free Economy Fikri

http://www.free-economy.org/

I hope we can end up creating a world wide economy in which people’s needs are met, and their humanity respected. But remember nothing is for free – everything is made by someone somewhere – and for this economy to work and still respect humanity we must all be willing to voluntarily work and give, as well as receive.

Scot McPhie

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Life is simple

My guidebook is very simple. You wanna lose weight? stop eating, fatty. You wanna make money? Work your ass of, lazy. You wanna be happy? Find someone you like and never let him go.


In ''Friends with benefits(2011)'' Tommy bollinger(woody harrelson)

18 Nisan 2012 Çarşamba

If you say nothing; Nothing will happen,..

16 Nisan 2012 Pazartesi

Sleep well Galileo

I feel just like Galileo.. And dont try to stop it;Cause it is nothing more than waste of time.

Galileo said that the earth is round. Nobody believed him. But that have not changed the truth. 

23 Mart 2012 Cuma

10 Aralık 2011 Cumartesi

Paylaşım

Körfez Savaşı'ndan önceki yıllarda Amerika'lı bir bayan gazeteci, kadınlarla erkeklerin toplumdaki yeri konusunda bir yazı dizisi hazırlamak üzere Kuveyt'e gitmişti. Gözlemleri sırasında dikkatini ilk çeken görüntü, kadınların eşlerinin beş adım gerisinden yürüdükleriydi.

Yıllar sonra aynı gazeteci, bir yazı dizisi için yeniden Kuveyt'e gittiğinde bu kez değişik bir görüntüyle karşılaştı. Kuveyt'te şimdi kadınlar önde yürüyorlar, eşleri ise beş adım arkalarından geliyordu.

Amerikalı bayan gazeteci, Kuveyt'te birkaç yıl içinde meydana gelen bu değişikliğe çok şaşırdı. Ve kadınlardan birine yaklaştı, kendisinin de bir kadın olmasının verdiği coşkuyla, sordu:

"Bu gördüklerim inanılmaz bir gelişme" dedi. "Söyler misiniz lütfen, bu değişikliğin nedeni nedir?"

Kuveyt'li kadın, Amerika'lı gazetecinin yüzüne bir süre dik dik baktı, sonra soruyu tek sözcükle yanıtladı:

- Mayınlar...

4 Aralık 2011 Pazar

BÖLGE/stalker

Neydi o? Bir göktaşı mı?

Yoksa kozmik uçurumun sakinlerinden bir ziyaret mi?

Öyle ya da böyle küçük ülkemiz bir mucizenin doğuşunu gördü;"Bölge".

Oraya derhal birlikler gönderdik.

Geri dönmediler.

Sonra polis kordonuyla Bölge'yi kuşattık.

Belki de yapılması gereken en doğru şey buydu.

Nobel Ödüllü Profesör Wallace'ın bir söyleşisinden.

http://www.imdb.com/title/tt0079944/

24 Kasım 2011 Perşembe

18 Kasım 2011 Cuma

Stalker

Totaliter bir toplumda iz sürücü (stalker) olarak bilinen bir rehberin, bir yazar ve bir bilimadamını (fizikçi) herkesin isteklerinin kabul edildiği özel bir odası bulunan bölge’ye götürmesinin hikayesidir film. bölgeye sadece yazar ve bilim adamı gitmez filmin fazlasıyla gerçekçi akışı (ağır ve gündelik zaman dilimine eş) izleyiciyi de bölgeye götürür.
film fazlasıyla seyrek bir insan kalabalığının yaşadığı, sanayileşme sonucu bir çöplüğe dönmüş, insanların yüzünde umutsuzluğun kolayca okunabileceği (restoran’ın sahibi, trenin geçişi sırasında kapıyı açan adam), normal gündelik hayatını sürdüren insandan çok bu gündelik hayatı denetleyen inzibatların bulunduğu bir şehirde başlar.
şehirdeki/filmdeki tek mutlu karakter yazarın stalker ile buluştuğu noktada yazarla konuşan kadındır. dünyada hala ilginç bulduğu şeyler olduğu için mutludur. yazarla konuşmasında yazarın “sevgilim, dünyamız çok sıkıcı. bu nedenle, telepati ya da hayaletler ya da uçan tabaklar da yok ya da bunun gibi dünya kesin kanunlarla yönetiliyor ve çok sıkıcı.” argümanına verebilecek bir cevabı vardır: “bermuda şeytan üçgeni’ne ne diyeceksin? onu da mı reddedeceksin?” hayata tutunabileceği, yaşamını keyifli kılabileceği bir şeyleri vardır, ve bu yüzden bölge’ye yaşamı sürdürmek için umudun bulunabileceği bu yere gelmek istemesine rağmen götürülmez.
bu diyalog filmi baştan sona kat eden u/mutsuzluğun ne olduğuna dair fazlasıyla ipucu doludur, umutsuzluk yaşadığın şeylerin gerçek olduğunun farkına varmış olmaktır. hayali, imgesel olanı elinden kaçırmış ve bunun karşılığında salt gerçeklik içinde yaşayanlar bölgeye gitme ihtiyacı içinde olanlardır. zira, somut gerçeklikle mutlu olmak imkansızdır. yazarın restoranda antika eserler üzerine yaptığı konuşma neden somut gerçeklikten keyif alınmayacağına dair muazzam bir analizdir:
“müzede sergilenen antika bir çömleği düşünün. zamanında yiyecek artıklarını saklamak için kullanılıyordu. ama şimdi evrensel hayranlığın bir nesnesi. özlü örüntüsü ve biricik biçimiyle herkes oh’larla ah’larla izliyor! ve birdenbire hiç de antik olmadığı anlaşılıyor. dalgacı biri onu arkeologlara yutturmuş. sadece eğlence için. görüldüğü gibi tuhaf, hayranlık ölüyor.”
yazarın bu konuşması neden gerçeğin değil de, imgesel olanın mutlu kıldığı üzerine muazzam bir örneklemdir. (gerçekliğinin hiç de önemli olmadığı) ilk halinde vazo, insanlar için bir hayranlık nesnesi, onları mutlu kılan bir araç iken, vazo aynı vazo olmasına rağmen gerçekliğinin ifşa edildiği imgesel’in ortadan kalktığı durumda alelade bir vazodan başka bir şey değildir, kimsenin hayran olmadığı ilgiye değerbulmadığı bir vazodur. keyif ölmüş yerini gerçeğin soğuk rutinliğine bırakmıştır.
restorandan sonra yazar ve profesor dibine kadar gerçekliğe batmış dünyadan stalker’in eşliğinden kaçmaya çalışırlar, etrafta öylesine dolaşan tek bir kimse yoktur, görünen insanlar sadece görev başında olan tiplerdir. bu durum şehri fazlasıyla gerçekçi kılar. o kadar ki, izleyici dahi kendisini bir an önce şehrin dışına atmak arzusu ile doludur, gerçek ve rutin olanla bu kadar yüzleşmesi onun için dayanılmazdır. görevlileri atlattıktan sonra rayların üzerindeki bir araca bindiklerinde ve bölge’ye doğru yola çıktıklarında gerçek olan arkada bırakılmıştır. fakat gerçekten imgesel olana geçiş ilk anda algılanmayan bir şeydir, ve filmin (kasvetli halden çıkıp) renkli bir hal alması bir süre gerçeklikle yaşamaya alışan izleyici tarafından algılanmaz. (yönetmen bunu çok iyi başarmıştır, imgesele geçiş anından önce izleyici uzun bir süre yazarın kafasını görür/izler, mekandan bir süre uzak kalan izleyici bir an gerçek mekanın nasıl bir şey olduğunu unutur, imgesel mekana geçtiğinde gerçek mekanı hatırlaması biraz süre aldığından doğal olarak yeni mekanın farkına biraz geç varacaktır.)
imgesel mekan bütün canlılığıyla, yaşama sevinciyle karşılarındadır; kuşlar öter, hayvan sesleri duyulur, doğanın sesi kolayca dinlenebilir. stalker’in beraberindekileri bırakıp çayırların arasına uzandığı sahne imgesel olanın gerçek karşısında (mutluluk söz konusu olduğunda) nasıl da keyif verici olduğunu fazlasıyla ıspatlar. bu esnada stalker’ın elinde dolaşan minik böceği izlemek filmin en keyif verici anlarından biridir. fakat ortada bir gariplik vardır, iki bölge arasında böylesine muazzam fark varken, böylesine herşey ortadayken yazar ve profesörun kuşkuculuğu ile karşılaşırız. imgesel olanın hiçbir şekilde kabul edemeyeceği bir kuşkuculuktur bu.
stalker’in çayırlara yatmak için yanlarından ayrıldığı sahnede profesor bölgenin hikayesini yazara fazlasıyla gerçekçi bir üslüpla anlatır, neden sonuç ilişkisi bu anlatısında muazzam bir şekilde işler ve vardığı sonuç fazlasıyla ürkütücüdür: “kimbilir üzerine titredikleri ne tür bir zırvaydı?” bölge’de bütün dileklerin gerçekleştiği bir yerin olduğuna dair hayalin köküne bundan daha fazla kibrit suyu dökecek bir sonuç olamazdı. bölgeye dair bu ilk kuşku değildir elbet, yazar bunu daha önce açığa vurmuş, yolculuğa başlamadan önce konuştuğu kızın “fakat sen demiştin ki bölge üst bir uygarlığın ürünüdür” sorusuna “yine de sıkıcı olmalı” diye cevap vermişti.
bölgenin imgelerle fazlasıyla dolu olduğu stalker’ın bölgeye dair anlattıklarında açıkca görülür, bölgenin kurallarından bir adım dahi uzaklaşmak bölgenin lanetine neden olacaktır (kısa süre sonra anlaşılır ki bölgenin laneti, kurallarına uymayanları gerçeğin soğuk yüzüyle muhatap etmektir). sürekli yapılmaması gereken şeyler ve sorulmaması gereken sorular vardır, bunların yapılması halinde bölgenin büyüsü, imgeselliği kaybolacak geriye gerçeğin (aslında bölgede hiçbir haltın olmadığı gerçeğinin) soğuk ve katlanılamaz yüzü kalacaktır. tıpkı vazo örnekleminde olduğu gibi, bölgenin aslında normal alelade bir yer olduğunun farkedilmesi bütün imgeselliğini elinden alacaktır. bu yüzden stalker ısrarla rehberliği altındakileri bölgenin kurallarına uymaya davet eder.
yazarın stalker’in sözünü dilemeyip kendi bildiği yoldan gittiği ve odaya yaklaştığı sahnede bir ses duyulur “dur! kıpırdama”, oradaki hiçkimseye ait olmayan bir sestir bu. fazlasıyla ürkütücü, ve gerçeğe dibine kadar iman etmiş olan yazarı bile bir anda imgesel olana çeken bir ses. yazar bu sesi duyunca geri döner. bu ses imgesel olanın sesidir, yazarın bilinmeyen bir mekana doğru yaklaştıkça içinde hızla artan merakın ona dillendirdiği ses. orada ne olduğuna dair bilinmezlik ve bunun yol açtığı merak ve meraka eşlik eden stalker’ın anlatıları, korkular, yazarı durduran sese dönüşmüştür. yazar ilk kez imgesel olanı kabul eder ve geri döner. bu ses izleyicinin sesidir de. (tıpkı jacob’s ladder’daki “rüyana devam et” sesi gibi, filmin dışından belli belirsiz bir yerden gelmiştir)
fakat bu ses yazar için yeterli olmamıştır, ısrarla imgesele dahil olmaktan kaçar. ardından stalker’in sesinden (uzun bir alıntıyı hak eden) şu cümleleri dinleriz:
“inanmalarına izin ver. ve tutkularına gülmelerine izin ver. çünkü, onların tutku dediği gerçekte duygusal bir enerji değil, ruhları ve dış dünya arasında bir sürtüşme. ve en önemlisi, kendilerine inanmalarına izin ver. izin ver çocuklar gibi çaresiz olsunlar, çünkü güçsüzlük muhteşem bir şeydir ve güç, hiçbir şey. insan doğduğunda güçsüz ve uysaldır, öldüğünde ise, katı ve duyarsızdır. bir ağaç büyürken hassas ve esnektir, ama kuruduğunda ve sertleştiğinde ölür. sertlik ve güç, ölümün refakatçisidirler. uysallık ve güçsüzlük, varlığın canlılığının dışa vurumlarıdır. çünkü katılaşan hiçbir zaman kazanmaz.”
bilgi ve gerçek, inanmanın karşısında acziyetin ve çaresizliğin kaynaklarıdır. bunlar imgesel olanı ortadan kaldırıp, somut gerçekliği ürettiklerinden ölüm/ yani herşeyin sonu gelmiş demektir. stalker bu yüzden inanmaya sığınır, inanın ki imgesel “oyun”una başlayabilsin der beraberindekilere. böylelikle imgesel olana geçişin anahtarını verir: inanmak.
fakat yazar da, profesor de inanmanın çok uzağındadırlar, sorgulamalarına, imgeselin altını oyacak sorularına devam ederler. stalker bölge’deki en büyük kozunu oynar, bölgedeki en ürkütücü yola, tünele aralarında inanmaya en az eğilimli olan yazarı öncü olarak yollar. bilinçli bir tercihtir bu, kurada hile yaparak yazarın öncü olmasını sağlamıştır. tünelin getirdiği korkunun yazarın iman ettiği mantıklılığı (beraberinde getirdiği gerçekliği) elinden alacağını ve onu en mantıksız görünen şeyi bile kabul ettirebilecek inanmayla tanıştırabileceğini düşünür.
fakat stalker’in unuttuğu bir şey vardır, görmek aslında korkunun hiç de korkulası bir şey olmadığını anlamaktır, bu yüzden yazarın korkunun içinden geçmiş olması ona korkulacak hiçbirşeyin olmadığını tekrar tekrar kanıtlar. stalker’in her çabası başarısızlıkla sonuçlanır. odanın önünde beraberindeki inanmaları gerektiğine son bir kez uyarır, aksi durumda odanın hiçbir işe yaramayacağını belirtir: “eşikteyiz bu hayatınızdaki en önemli an. şunu bilmelisiniz ki en derindeki dilekleriniz burada gerçeğe dönüşecek. en önemli dileğiniz! istırabın doğuşu! bir şey söylemeye gerek yok. yalnızca yoğunlaşmalı ve tüm hayatınızı anımsamayı denemelisiniz. insan geçmiş hakkında düşünürken, daha sevecen oluyor. ve en önemlisi, en önemlisi, inanmak zorundasınız!”
fakat başaramaz, yazar tüm gerçekçiliğiyle karşısındadır: “senin içini okuyabiliyorum! insanlar umurunda değil! sadece para kazanıyorsun, acımızı kullanarak! para bile değil. kendini eğlendiriyorsun burada. her şeye gücü yeten tanrı gibisin burada. sen, ikiyüzlü alçak, kimin yaşayacağına ve öleceğine karar veriyorsun. düşünüyor! şimdi neden iz sürücülerin odaya girmediklerini anlıyorum. bu güçten, gizemden, otoritenizden zevk alıyorsunuz!”
bölgeden geri dönülür, rehberlik yapılanlar gerçeklikleriyle gittikleri yerden gerçeklikleri ile geri dönmüşlerdir. stalker hınç doludur: “kendilerini entellektüel sanıyorlar, bu yazar ve bilim adamları! … bir amaç için doğduklarını ve talep edildiklerini sanırlar! … böyle insanlar bir şeye inanabilir mi?” filmin sonu stalker’in kızının masanın üzerindeki 3 bardağı izleyişi ile biter. kırmızı sıvı dolu bardak profesorü temsil eder, içinde garip nesneler bulunan kavanoz yazarı, büyük ama boş olan bardak ise stalker’ı.. masanın üzerinde hepsi hareket halindedir, fakat masadan düşen en son harekete geçen olmasına rağmen büyük bardaktır. stalker imgeselini kaybetmiştir.
sinema tarihinin en büyük entelektüalizm eleştirisidir film, pozitivizmi yerden yere vurur, hayatın bütün tadını elden alan kötü bir lanettir, gerçek arayışı içinde boğulan ve gündelik hayatı bir karabasana çeviren entelektüelizme reddiyedir. her keyifli/ilginç/heyecan verici olan şeyin makul bir açıklamasını bulmaya çalışan, açıklandıktan sonra tüm keyfi ortadan kaldıran bir lanet. en nihayetinde, sovyetlerde fazlasıyla etkisini gösteren entelektüalizmin muazzam bir eleştirisidir.

Kaynak:Ekşi sözlük yazarı> 24 Saat Uyuyan Adam 
https://eksisozluk.com/stalker--35789?focusto=14660993