20 Aralık 2011 Salı

Polonya D tipi vize

İnternetten okuduğum yorumlar vize başvurumun kolay olacağına işaretti. Ama bu kadar da kolay olacağını düşünmemiştim!

Varşova'ya erasmus için gidiyorum. Galiba vize sürecinin bu kadar kolay olmasının sebebi bir program çerçevesinde gidiyor olmam.

Önce konsoloslukta yazanları da dikkate alarak belgeleri toplamaya başladım:
Pasaport+ pasaportun 1,2,3,4 ve son 2 sayfasının(59,60) fotokopisi
Letter of acceptance aslı+ 1 kopyası
Öğrenci belgesi
Seyahat sigortası aslı(geri veriyorlar)+1 kopyası
Erasmusa seçildiğime, hibeli olduğuma ve hibe miktarıma dair yazının aslı
Uçak rezervasyonu
2 adet vize fotoğrafı
1 adet pasaport fotoğrafı

yukarda yazan belgelerin haricinde daha nice belge götürdüm; yok efendim transkript, babamın maaş bordrosu, nüfus kayıt örneği, ikametgah falan filan ama bunların hiçbirine ihtiyaç yokmuş sade yukarıda yazdıklarım vize almak için yeterliymiş.. eksta belgeleri almak bi tarafa bakmadılar bile.

Sonra konsolosluğun internet sitesinden online randevu aldım. Randevu saatin kaç olursa olsun hiç önemi yok; randevu almış olman yeterli.Vize basvuruları sabahdan öğlen 1'e kadar kabul ediliyor. Aldım randevuyu bugüne(20.12.2011-salı), gittim sabah dokuz buçukta konsolosluğa. Konsolosluk maslak'ta İTÜ durağının hemen karşısında Giz-2000 plazanın 4. katında. Plazanın dışında önumde 2 kişi vardı 20 dakika bekledim sonra içeri aldılar içeride de sıradakileri bi 10 dakika bekledim sıra bana geldi; kadın tatlı türkçesiyle sıradan alayım lütfen dedi, dikildim karşısına belgeleriniz lütfen dedi, belgelerim lütfen dedim..

Neyse belgeleri verdim.. kadın uğraştı, damgaladı, imzaladı, sonunda bana bi makbuz uzatıp demesinmi; cuma günü bu makbuzla gelin vizeniz hazır olur! bugün günlerden salı. cuma?... 3 gün sonra olan cuma mı dedim. Evet dedi 3 gün sonra gelin vizeniz hazır olur. Senin türkçene kurban....

Velhasıl eğer tüm belgeleriniz hazırsa Polonya vizesi 3 gün içinde çıkıyor. Tabi ben erasmus için gideceğim için bu da etkili olmuş olabilir.

10 Aralık 2011 Cumartesi

Paylaşım

Körfez Savaşı'ndan önceki yıllarda Amerika'lı bir bayan gazeteci, kadınlarla erkeklerin toplumdaki yeri konusunda bir yazı dizisi hazırlamak üzere Kuveyt'e gitmişti. Gözlemleri sırasında dikkatini ilk çeken görüntü, kadınların eşlerinin beş adım gerisinden yürüdükleriydi.

Yıllar sonra aynı gazeteci, bir yazı dizisi için yeniden Kuveyt'e gittiğinde bu kez değişik bir görüntüyle karşılaştı. Kuveyt'te şimdi kadınlar önde yürüyorlar, eşleri ise beş adım arkalarından geliyordu.

Amerikalı bayan gazeteci, Kuveyt'te birkaç yıl içinde meydana gelen bu değişikliğe çok şaşırdı. Ve kadınlardan birine yaklaştı, kendisinin de bir kadın olmasının verdiği coşkuyla, sordu:

"Bu gördüklerim inanılmaz bir gelişme" dedi. "Söyler misiniz lütfen, bu değişikliğin nedeni nedir?"

Kuveyt'li kadın, Amerika'lı gazetecinin yüzüne bir süre dik dik baktı, sonra soruyu tek sözcükle yanıtladı:

- Mayınlar...

8 Aralık 2011 Perşembe

Senaryo denemesi 2/Alo

Alo-Hayati ÇAYCI

Birbirini tanımayan oğlanla kız yönleri birbirine bakar vaziyetteki iki masada oturmuş çay içerler. masalarının arasında bi kaç masa daha vardır. ikiside yalnızdır. ikiside ince belli bardaktan çay içer. ikiside diğerini inceden keser. Başta karşıdakine farkettirmeden yapılan kaçamak bakışlar birazdan alenileşmeye başlar. Birara oğlan çayını yudumlamak için bardağı ağzına götürür yaklaşan bardağa bakmak yerine kıza bakmayı tercih eden oğlan sıcak çaydan bir kaç damlayı üstüne döker.. Kız güler. Oğlan cesaret alır. çayı bırakıp ayağa kalkar.. kızın olduğu masaya doğru yürümeye başlar.. masaya yaklaşmışken kızın telefonu çalar. oğlan henüz masaya ulaşmamıştır. kız telefonunu açar:

-Alo........Ayy Aşkım bende seni çok özlediiim.. Napıyosun?

Oğlan kızı duyacak kadar yakındadır. duyar ve hızını biraz artırıp kızın masasının yanından geçerek dışarıya kapının önüne çıkar..

oğlan kapının önüne çıktıktan sonra:::

1-dışarısı yağmurludur.oğlan kapının önünde 10-15 saniye bekler.Tentenin altında yağmura girmek için hazırlanır. Ekranda yalnız o görünür.

2-oğlan dururken ekran 2 ye bölünür. ekranın solunda kız telefonla konuşur.Bu sırada oğlan yağmurun altına girer ve yürümeye başlar.

3-Oğlan yürür kız telefonla konuşur ve biraz sonra ekran 3'e bölünür. Ekranın en solunda bu kez 6-7 yaşlarında telefonla konuşan sevimli bir kız çocuğu görünür.. ekranın en sağındaki oğlan görüntüden kayboluncaya dek ekran böyle kalır. oğlan görüntüden kayboldumu film biter...

Karakterler:
Oğlan
Kız
Yeğen

Senaryo denemesi 1/Hukuksuz

Hukuksuz/Hayati ÇAYCI

Aliya, Burak, Bala ve İsmail farklı şehirlerden gelmiş farklı bölümlerde okuyan; aynı evde kalan 4 arkadastır.

Burak hukuk öğrencisidir. Herhangi bir toplulukta herhangi bir konunun ucu şayet hakka hukuka dokunuyorsa hemen sözü alır ve
borusunu öttürür.Devamlı hukuk sisteminin eksikliğinden, yanlışlığından dem vurur. Fırsat buldukça arkadaşlarına hukuksal sistemin teknik boşluklarından bahseder durur..(Örnek metin;Burak-6 kişi bi kıza tecavüz etse sonra içlerinden biri kızı ikna edip onunla evlense, evlenenle beraber diğer 5'ininde suçu düşer. Ceza almazlar.. yaa!!Hukuk en bastan, yenıden yazılmalı..Adalete ancak böyle ulaşırız. )


Bir gece aliya gece gec saatlere kadar arkadaslarıyla zaman gecirmiş ve saat 3 sularında eve dönmüştür. evin oldugu sokağa girdiğinde evin kapısı önünde bir karartı dikkatini çeker. Yaklaştığında bunun kapıyı açmaya zorlayan bir hırsız oldugunu anlayan aliya hırsızın üstüne atlayıp onunla boğuşmaya başlar. boğuşma sırasında hırsız kafasını yere vurur ve bayılır. o sırada gürültüyle dışarı koşan ismail ve bala aliyayla birlikte hırsızı eve sürüklerler.o sırada burak ta uyanıp yanlarına gelir. İsmail polisi aramak için telefonuna sarıldığında Burak onu durdurur ve..

Şu anda yasal olarak suçlunun kendileri olduğunu; adamın eve henüz tecavüzde bulunmadığını, darp edilip eve sokulmasıyla iyice başlarının derde gireceğini hukuki terimler kullanarak kendinden emin şekilde arkadaslarına açıklar!! Polis geldiğinde adamın hırsızlık suçunu kabul etmeyeceği aşikardır. bu durumda adam darp edilmiş zorla alıkonulmuş olduğundan, şikayet gerektirmeksizin polis tarafından kamu suçu işledikleri gerekçesiyle arkadaslarının baslarının derde gireceğini düşünen burak arkadaslarını da buna inandırır!..

Burak yapılması gerekenin şimdi baygın haldeki hırsız la anlaşmak oldugunu düşünmektedir.Hırsızın şikayetçi olmaması için onunla anlaşmak zorundadırlar!
Hırsızı bır sandalyeye baglarlar ve uyanmasını beklerken aralarında konusmaya baslarlar. İsmail ve bala durumdan çok rahatsızdırlar ve bu durumun sebebi olarak gördükleri aliyaya adamın hırsız olmayabileceği yönünde imalarda bulunmaya başlarlar.
Aliya kızarak -delimisiniz gördüm diyorum, kapıyı zorluyordu... Ne yapsaydım yani!

Aliya kızarak hırsıza bir tokat patlatır -Kalk ulan!

Hırsız uyandıktan sonra gençler hırsızla anlaşmaya, şikayetçi olmaması için onu ikna etmemeye çalışırlar.Hırsız yarık kafasının acısı ve yakalanmış olmanın ezikliğiyle hiddetlenir ve gençlerle tartışmaya tehditler savurmaya başlar. İsmail bir ara hırsız karşısında ezilip büzülür ve hatta ondan özür dileyerek şikayetçi olmamasını ister böylece olaydan sıyrılmaya çalışır.Fakat hırsız(birçok kez hapse ve nezarete değişik sebeplerle girip çıkmış; pis suratlı, kalıplı, şiveli konuşan ve konuşurken etrafa tükürükler saçan bir adam) gençleri kendisini serbest bırakmaları için tehdit etmeye ve küfürler savurmaya devam eder..

Durum karsısında kendıne hakım olamayan Aliya adama bagırarak yumruk atmaya baslar.bu sırada buz kesılen uclu aliyayı oylece izler.

Biraz sonra aliya yere düşen adamın üstüne abanıp onu boğazlayarak oracıkta öldürür...


Karakterler:
Aliya
Burak
Bala
İsmail
Hırsız

6 Aralık 2011 Salı

Usta iki çay biri açık olsun/Muğayir Muharip

Sen devlet güçlerini Abi sohbetlerinden

ve ikinci el kitablardan tanıyan çocuk...


Ayıp olmuyo mu Böyle şiirlerinde

molotoflar kafaya sıkmalar falan


Sen taksim otobüsüne binerken

sesli selam vermeye utanan çaocuk

o gün tekbir çığlıklarıyla fırlican mı cidden meydanlara ?


Sen miting alanlarında bile

inceden bacılarını kesen çocuk

şimdi 'harbi' harbi' kahrolsun (mu) amerikaya 'ya



SEN CAMI AÇIK UNUTSA BAŞI AĞRIYAN ÇOCUK

DEVRİM DEYİPTE GÜLDÜRME LAN BENİ...!!!

Merhaba-Güven Adıgüzel

Gel içimdeki uranyumu zenginleştir sevgilim!
starbaksları kundaklayalım istersen!
yeşilay derneği başkanından ateş isteyelim sigaralarımıza,
kahveden adam toplayalım apar topar bir akşam aniden,
gökyüzündeki tabelaları değiştirelim.
gel içimdeki uranyumu zenginleştir sevgilim!
emperyalistlere küfredelim istersen,
kapitalistlere nasihat edelim,
modernistleri en yakın hastaneye sevk edelim.
doğayı sevip, yeşili koruyan bir çocuğa çok masallar anlatalım sonra…

gel içimdeki uranyumu zenginleştir sevgilim!
bir gece tüm duvarlara -belki bir gün yeniden- yazalım.
kaşhuş’tan şarkılar patlatalım ve tüm liberalleri vuralım sonra…
gel içimdeki uranyumu zenginleştir sevgilim!
dianar’dan ala dergisi alalım;
sen o neo-müminelere uyma sevgilim,
gel polemiğe girelim tüm gücümüzle ekmeğimizi çalanlarla,
kudüs’ü özlerken çaresiz,
ceket değil kafa tutalım bu akşam…

10 numara anarşistiz işte güzelim!
bu dramatik finalin son kaybedeni ya da
bu faça dağılmaz sen bana bakarsan
sen bana bakarsan ben devletten maaş alırım
devlet sponsordur bu aşka,
sen bana bakma

bir romantik gibi ölelim ama mutlaka;
aleyküm selam, haydi bir bardak daha.
köpekler yesin ciğerini ey dünya!

4 Aralık 2011 Pazar

BÖLGE/stalker

Neydi o? Bir göktaşı mı?

Yoksa kozmik uçurumun sakinlerinden bir ziyaret mi?

Öyle ya da böyle küçük ülkemiz bir mucizenin doğuşunu gördü;"Bölge".

Oraya derhal birlikler gönderdik.

Geri dönmediler.

Sonra polis kordonuyla Bölge'yi kuşattık.

Belki de yapılması gereken en doğru şey buydu.

Nobel Ödüllü Profesör Wallace'ın bir söyleşisinden.

http://www.imdb.com/title/tt0079944/

24 Kasım 2011 Perşembe

21 Kasım 2011 Pazartesi

SGH ders kaydı

SGH(Warsaw School of Economics)  polonyanın en iyi ekonomi üniversitesi olarak biliniyor. Okulun sitesinde okuldan mezun olmuş başbakanlar, merkez bankası başkanları gösteriliyor. Sağlam okul yani, bakalım göreceğiz :) 

Şimdi düşündüğüm tek şey ders kaydı. Henüz dersler açılmadı açıldığında şu linkten ders kaydı yapıcam>>

https://dziekanat.sgh.waw.pl/index.php3

18 Kasım 2011 Cuma

Stalker

Totaliter bir toplumda iz sürücü (stalker) olarak bilinen bir rehberin, bir yazar ve bir bilimadamını (fizikçi) herkesin isteklerinin kabul edildiği özel bir odası bulunan bölge’ye götürmesinin hikayesidir film. bölgeye sadece yazar ve bilim adamı gitmez filmin fazlasıyla gerçekçi akışı (ağır ve gündelik zaman dilimine eş) izleyiciyi de bölgeye götürür.
film fazlasıyla seyrek bir insan kalabalığının yaşadığı, sanayileşme sonucu bir çöplüğe dönmüş, insanların yüzünde umutsuzluğun kolayca okunabileceği (restoran’ın sahibi, trenin geçişi sırasında kapıyı açan adam), normal gündelik hayatını sürdüren insandan çok bu gündelik hayatı denetleyen inzibatların bulunduğu bir şehirde başlar.
şehirdeki/filmdeki tek mutlu karakter yazarın stalker ile buluştuğu noktada yazarla konuşan kadındır. dünyada hala ilginç bulduğu şeyler olduğu için mutludur. yazarla konuşmasında yazarın “sevgilim, dünyamız çok sıkıcı. bu nedenle, telepati ya da hayaletler ya da uçan tabaklar da yok ya da bunun gibi dünya kesin kanunlarla yönetiliyor ve çok sıkıcı.” argümanına verebilecek bir cevabı vardır: “bermuda şeytan üçgeni’ne ne diyeceksin? onu da mı reddedeceksin?” hayata tutunabileceği, yaşamını keyifli kılabileceği bir şeyleri vardır, ve bu yüzden bölge’ye yaşamı sürdürmek için umudun bulunabileceği bu yere gelmek istemesine rağmen götürülmez.
bu diyalog filmi baştan sona kat eden u/mutsuzluğun ne olduğuna dair fazlasıyla ipucu doludur, umutsuzluk yaşadığın şeylerin gerçek olduğunun farkına varmış olmaktır. hayali, imgesel olanı elinden kaçırmış ve bunun karşılığında salt gerçeklik içinde yaşayanlar bölgeye gitme ihtiyacı içinde olanlardır. zira, somut gerçeklikle mutlu olmak imkansızdır. yazarın restoranda antika eserler üzerine yaptığı konuşma neden somut gerçeklikten keyif alınmayacağına dair muazzam bir analizdir:
“müzede sergilenen antika bir çömleği düşünün. zamanında yiyecek artıklarını saklamak için kullanılıyordu. ama şimdi evrensel hayranlığın bir nesnesi. özlü örüntüsü ve biricik biçimiyle herkes oh’larla ah’larla izliyor! ve birdenbire hiç de antik olmadığı anlaşılıyor. dalgacı biri onu arkeologlara yutturmuş. sadece eğlence için. görüldüğü gibi tuhaf, hayranlık ölüyor.”
yazarın bu konuşması neden gerçeğin değil de, imgesel olanın mutlu kıldığı üzerine muazzam bir örneklemdir. (gerçekliğinin hiç de önemli olmadığı) ilk halinde vazo, insanlar için bir hayranlık nesnesi, onları mutlu kılan bir araç iken, vazo aynı vazo olmasına rağmen gerçekliğinin ifşa edildiği imgesel’in ortadan kalktığı durumda alelade bir vazodan başka bir şey değildir, kimsenin hayran olmadığı ilgiye değerbulmadığı bir vazodur. keyif ölmüş yerini gerçeğin soğuk rutinliğine bırakmıştır.
restorandan sonra yazar ve profesor dibine kadar gerçekliğe batmış dünyadan stalker’in eşliğinden kaçmaya çalışırlar, etrafta öylesine dolaşan tek bir kimse yoktur, görünen insanlar sadece görev başında olan tiplerdir. bu durum şehri fazlasıyla gerçekçi kılar. o kadar ki, izleyici dahi kendisini bir an önce şehrin dışına atmak arzusu ile doludur, gerçek ve rutin olanla bu kadar yüzleşmesi onun için dayanılmazdır. görevlileri atlattıktan sonra rayların üzerindeki bir araca bindiklerinde ve bölge’ye doğru yola çıktıklarında gerçek olan arkada bırakılmıştır. fakat gerçekten imgesel olana geçiş ilk anda algılanmayan bir şeydir, ve filmin (kasvetli halden çıkıp) renkli bir hal alması bir süre gerçeklikle yaşamaya alışan izleyici tarafından algılanmaz. (yönetmen bunu çok iyi başarmıştır, imgesele geçiş anından önce izleyici uzun bir süre yazarın kafasını görür/izler, mekandan bir süre uzak kalan izleyici bir an gerçek mekanın nasıl bir şey olduğunu unutur, imgesel mekana geçtiğinde gerçek mekanı hatırlaması biraz süre aldığından doğal olarak yeni mekanın farkına biraz geç varacaktır.)
imgesel mekan bütün canlılığıyla, yaşama sevinciyle karşılarındadır; kuşlar öter, hayvan sesleri duyulur, doğanın sesi kolayca dinlenebilir. stalker’in beraberindekileri bırakıp çayırların arasına uzandığı sahne imgesel olanın gerçek karşısında (mutluluk söz konusu olduğunda) nasıl da keyif verici olduğunu fazlasıyla ıspatlar. bu esnada stalker’ın elinde dolaşan minik böceği izlemek filmin en keyif verici anlarından biridir. fakat ortada bir gariplik vardır, iki bölge arasında böylesine muazzam fark varken, böylesine herşey ortadayken yazar ve profesörun kuşkuculuğu ile karşılaşırız. imgesel olanın hiçbir şekilde kabul edemeyeceği bir kuşkuculuktur bu.
stalker’in çayırlara yatmak için yanlarından ayrıldığı sahnede profesor bölgenin hikayesini yazara fazlasıyla gerçekçi bir üslüpla anlatır, neden sonuç ilişkisi bu anlatısında muazzam bir şekilde işler ve vardığı sonuç fazlasıyla ürkütücüdür: “kimbilir üzerine titredikleri ne tür bir zırvaydı?” bölge’de bütün dileklerin gerçekleştiği bir yerin olduğuna dair hayalin köküne bundan daha fazla kibrit suyu dökecek bir sonuç olamazdı. bölgeye dair bu ilk kuşku değildir elbet, yazar bunu daha önce açığa vurmuş, yolculuğa başlamadan önce konuştuğu kızın “fakat sen demiştin ki bölge üst bir uygarlığın ürünüdür” sorusuna “yine de sıkıcı olmalı” diye cevap vermişti.
bölgenin imgelerle fazlasıyla dolu olduğu stalker’ın bölgeye dair anlattıklarında açıkca görülür, bölgenin kurallarından bir adım dahi uzaklaşmak bölgenin lanetine neden olacaktır (kısa süre sonra anlaşılır ki bölgenin laneti, kurallarına uymayanları gerçeğin soğuk yüzüyle muhatap etmektir). sürekli yapılmaması gereken şeyler ve sorulmaması gereken sorular vardır, bunların yapılması halinde bölgenin büyüsü, imgeselliği kaybolacak geriye gerçeğin (aslında bölgede hiçbir haltın olmadığı gerçeğinin) soğuk ve katlanılamaz yüzü kalacaktır. tıpkı vazo örnekleminde olduğu gibi, bölgenin aslında normal alelade bir yer olduğunun farkedilmesi bütün imgeselliğini elinden alacaktır. bu yüzden stalker ısrarla rehberliği altındakileri bölgenin kurallarına uymaya davet eder.
yazarın stalker’in sözünü dilemeyip kendi bildiği yoldan gittiği ve odaya yaklaştığı sahnede bir ses duyulur “dur! kıpırdama”, oradaki hiçkimseye ait olmayan bir sestir bu. fazlasıyla ürkütücü, ve gerçeğe dibine kadar iman etmiş olan yazarı bile bir anda imgesel olana çeken bir ses. yazar bu sesi duyunca geri döner. bu ses imgesel olanın sesidir, yazarın bilinmeyen bir mekana doğru yaklaştıkça içinde hızla artan merakın ona dillendirdiği ses. orada ne olduğuna dair bilinmezlik ve bunun yol açtığı merak ve meraka eşlik eden stalker’ın anlatıları, korkular, yazarı durduran sese dönüşmüştür. yazar ilk kez imgesel olanı kabul eder ve geri döner. bu ses izleyicinin sesidir de. (tıpkı jacob’s ladder’daki “rüyana devam et” sesi gibi, filmin dışından belli belirsiz bir yerden gelmiştir)
fakat bu ses yazar için yeterli olmamıştır, ısrarla imgesele dahil olmaktan kaçar. ardından stalker’in sesinden (uzun bir alıntıyı hak eden) şu cümleleri dinleriz:
“inanmalarına izin ver. ve tutkularına gülmelerine izin ver. çünkü, onların tutku dediği gerçekte duygusal bir enerji değil, ruhları ve dış dünya arasında bir sürtüşme. ve en önemlisi, kendilerine inanmalarına izin ver. izin ver çocuklar gibi çaresiz olsunlar, çünkü güçsüzlük muhteşem bir şeydir ve güç, hiçbir şey. insan doğduğunda güçsüz ve uysaldır, öldüğünde ise, katı ve duyarsızdır. bir ağaç büyürken hassas ve esnektir, ama kuruduğunda ve sertleştiğinde ölür. sertlik ve güç, ölümün refakatçisidirler. uysallık ve güçsüzlük, varlığın canlılığının dışa vurumlarıdır. çünkü katılaşan hiçbir zaman kazanmaz.”
bilgi ve gerçek, inanmanın karşısında acziyetin ve çaresizliğin kaynaklarıdır. bunlar imgesel olanı ortadan kaldırıp, somut gerçekliği ürettiklerinden ölüm/ yani herşeyin sonu gelmiş demektir. stalker bu yüzden inanmaya sığınır, inanın ki imgesel “oyun”una başlayabilsin der beraberindekilere. böylelikle imgesel olana geçişin anahtarını verir: inanmak.
fakat yazar da, profesor de inanmanın çok uzağındadırlar, sorgulamalarına, imgeselin altını oyacak sorularına devam ederler. stalker bölge’deki en büyük kozunu oynar, bölgedeki en ürkütücü yola, tünele aralarında inanmaya en az eğilimli olan yazarı öncü olarak yollar. bilinçli bir tercihtir bu, kurada hile yaparak yazarın öncü olmasını sağlamıştır. tünelin getirdiği korkunun yazarın iman ettiği mantıklılığı (beraberinde getirdiği gerçekliği) elinden alacağını ve onu en mantıksız görünen şeyi bile kabul ettirebilecek inanmayla tanıştırabileceğini düşünür.
fakat stalker’in unuttuğu bir şey vardır, görmek aslında korkunun hiç de korkulası bir şey olmadığını anlamaktır, bu yüzden yazarın korkunun içinden geçmiş olması ona korkulacak hiçbirşeyin olmadığını tekrar tekrar kanıtlar. stalker’in her çabası başarısızlıkla sonuçlanır. odanın önünde beraberindeki inanmaları gerektiğine son bir kez uyarır, aksi durumda odanın hiçbir işe yaramayacağını belirtir: “eşikteyiz bu hayatınızdaki en önemli an. şunu bilmelisiniz ki en derindeki dilekleriniz burada gerçeğe dönüşecek. en önemli dileğiniz! istırabın doğuşu! bir şey söylemeye gerek yok. yalnızca yoğunlaşmalı ve tüm hayatınızı anımsamayı denemelisiniz. insan geçmiş hakkında düşünürken, daha sevecen oluyor. ve en önemlisi, en önemlisi, inanmak zorundasınız!”
fakat başaramaz, yazar tüm gerçekçiliğiyle karşısındadır: “senin içini okuyabiliyorum! insanlar umurunda değil! sadece para kazanıyorsun, acımızı kullanarak! para bile değil. kendini eğlendiriyorsun burada. her şeye gücü yeten tanrı gibisin burada. sen, ikiyüzlü alçak, kimin yaşayacağına ve öleceğine karar veriyorsun. düşünüyor! şimdi neden iz sürücülerin odaya girmediklerini anlıyorum. bu güçten, gizemden, otoritenizden zevk alıyorsunuz!”
bölgeden geri dönülür, rehberlik yapılanlar gerçeklikleriyle gittikleri yerden gerçeklikleri ile geri dönmüşlerdir. stalker hınç doludur: “kendilerini entellektüel sanıyorlar, bu yazar ve bilim adamları! … bir amaç için doğduklarını ve talep edildiklerini sanırlar! … böyle insanlar bir şeye inanabilir mi?” filmin sonu stalker’in kızının masanın üzerindeki 3 bardağı izleyişi ile biter. kırmızı sıvı dolu bardak profesorü temsil eder, içinde garip nesneler bulunan kavanoz yazarı, büyük ama boş olan bardak ise stalker’ı.. masanın üzerinde hepsi hareket halindedir, fakat masadan düşen en son harekete geçen olmasına rağmen büyük bardaktır. stalker imgeselini kaybetmiştir.
sinema tarihinin en büyük entelektüalizm eleştirisidir film, pozitivizmi yerden yere vurur, hayatın bütün tadını elden alan kötü bir lanettir, gerçek arayışı içinde boğulan ve gündelik hayatı bir karabasana çeviren entelektüelizme reddiyedir. her keyifli/ilginç/heyecan verici olan şeyin makul bir açıklamasını bulmaya çalışan, açıklandıktan sonra tüm keyfi ortadan kaldıran bir lanet. en nihayetinde, sovyetlerde fazlasıyla etkisini gösteren entelektüalizmin muazzam bir eleştirisidir.

Kaynak:Ekşi sözlük yazarı> 24 Saat Uyuyan Adam 
https://eksisozluk.com/stalker--35789?focusto=14660993

16 Kasım 2011 Çarşamba

SGH kabul belgesi

Karşı üniversiteden kabul alabilmek için gerekli hard-copy belgeleri PTT kargo ile göndemiştim, Karşı üniversitenin koordinatörü belgenin eline geçtiğini bildirir bir e-posta atmıştı. 
Aradan 10 gün geçti ve e-postama şu mesaj düştü.

Sevgili Hayati kabul belgeniz posta ile Birimimize ulasmistir. Bilginize.

Meryem SEKER
LLP/Erasmus Birimi

Tarih:16.11.2011

30 Ekim 2011 Pazar

Varşova uçak bileti

Varşova'da (Warsaw School of Economics-SGH) ikinci dönem 13 şubat'ta başlayacak. 7-8-9 şubat ise orientation week. 4 şubat cumartesi varşovada olmak için ideal bi tarih diye düşünüyorum. Bir haftadır takip ettiğim 4 şubat 2012 istanbul-warsaw aktarmasız uçuş biletini 28 ekim 2011'de(yani uçuştan 3 ay önce) LOT'dan 82 Euro'ya(202 TL) aldım.

Bilet ararken bubilet.com baya işe yarıyor...

25 Ekim 2011 Salı

SGH (Warsaw School of Economics) kayıt süreci

Nomination Process:
Sgh(warsaw school of economics=Szkoła Główna Handlowa) seçilen öğrencilerin nominasyonunu sitesinde online olarak yaptırtıyor. Yanı siz Sgh'ye gitmeye hak kazanmışsanız koordinatorünuz sgh'nın sıtesıne gırıp sızı online nominate(aday gösterme)etmesi gerekiyor. Nominate ederken sizin hakkınızda ki bilgileri forma doldurup nomine ediyor.Koordinatör formda bizimle alakalı temel bilgileri ve e-mail adresimizi doldurup kaydediyor.
Application Process:
Sgh, bizim e-mail adresimize yani koordinatörün nomine ederken verdiği e-mail adresine bir login ve password gönderiyor. Bu login ve password ile>> https://serwis.sgh.waw.pl/crpm-recruitment  adresinden online application system'e giriyoruz. Burada bizim'le alakalı kısımları dolduruyor ve sisteme passportumuzda yer alacak fotografımızı, herhagi bir id card'ımızı(nufus cüzdanı yahut ehliyet) ve insurance card'ımızı(şengen ülkeleri için geçerli olan 30.000 euro teminatlı seyahat sağlık sigortası-Ben Kadıköy Vakıfbank şubesinde Güneş Sigorta ile 6 ay süreli yaptırdım ve 40 euro ödedim,bu sigortayı yaptırmak zorunlu çünkü vize başvurusu sırasında da bu sigorta gerekecek.) upload ediyoruz.
Online application formu doldurduktan sonra 2 kopya halinde print-out edip kendimiz imzalayıp, koordinatöre imzalatıp uluslararası ofisede muhürlettikten sonra 2 adet pasaport-sized fotoğraf ile beraber Sgh'ye gönderiyoruz.
Genelde diğer üniversitelerin application form ile birlikte başka belgeler istediğini biliyorum. Özellıkle Learning Agreement diğer tüm üniversitelere basvuru yaparken application form ile birlikte isteniyor. Fakat SGH app. form ile birlikte Learning Agreement istemiyor. Bu biraz garipti, şüphemi gidermek için karşı üniversiteye şunu yazdım>>
Hi,
I am a student from Turkey and I will be in Warsaw on second semester as an erasmus student.
I have already filled all spaces in your on-line application site and saved it. Also printed out 2 copies of application form.
Today I am getting these copies to my Erasmus coordinator and International office to be signed and sealed. Within a few days I will post them to your mailing address with my 3 passport-sized photography.
I am wondering if anything else i am supposed to do now for application?
Additionally Now I can not access/log in to Wirtualny Dziekanat to select courses which i will take in Warsaw. I enter my login and password, click accept then nothing happens but a white page coming..
How can i select my courses? Is there any deadline to select courses virtually?
Finally my last question is that what is the deadline to send my learning agreement to you and Is there any document which i have to send you?
Thanks for your help...
Best Regards
Cevap olarak şu geldi>>
Dear Hayati,
Signed and sealed application plus passport sized pictures is all I need for now. The password to register for courses is different one and you will receive it later. The first stage of course declaration will be probably in November. Here are the detail how the enrollment works:
http://www.sgh.waw.pl/crpm_-en/si/exchange/faq/courses/
The deadline for submitting Learning Agreements will be after 3rd stage in March.
Kind regards,
Bu maili aldıktan sonra zaman kaybetmeden formları ve 2 fotografı SGH'ye gonderdim. Gönderi için PTT APS'yi kullandım.. İyikide etmişim; 48 TL ödedim ve ertesi gün evraklarım SGH'ya ulaştı.
Postamı İstanbuldan Varşova'ya 24 saatte ulaştıran PTT-Kargoya Teşekkürü bir borç bilirim:)

22 Ekim 2011 Cumartesi

Ali şeriati'nin sanata bakışı

Ben, zarif kakmacılık ve çinicilik, ince ve nazik süslemeler yerine inatçı dağların vakarını, kışın gökyüzünün heybetini ve iktidarını kuşatan vahşi ve kararlı tufanları, sert ve haşin, engin çölleri sanatına sermaye edinenleri sevmişimdir.

Ben her zaman, mağrur dağ kartallarından, ıssız çöllerin haşin yabani çiçeklerinden ilham alan bir şiiri, kafeste şakıyan güzel çizgili, benekli ve renkli bir kanaryayı yada gül bahçesinde yetişmiş narin bir gülü öven şiirden daha fazla sanatsal bulmuş ve heyecan duymuşumdur.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Afili beyaz bir polonyalı mendil...

5 Ekim 2011 Çarşamba

Atın ölümü arpadan olsun

Açın ölümü arpadan olsun.. Yok.. Açın önümü arpadan olsun... Yok.. Atın önümü arpadan olsun.

13 Eylül 2011 Salı

Modern Ebu Zer Mümkün mü? /ismail kılıçarslan

Yeni Aktüel Dergisi, “İslamcılık”ı kurcalamayı sürdürüyor. 7. sayısında da ilginç sayılabilecek bir dosyaya imza atmış. Zeki Yamani’nin kızının ihtişamlı düğününden hareketle Müslümanların modernite ve servetle imtihanını tartışıyor. Dosyanın adı: “Müslümanlar Protestanlaşıyor mu?”

Bana kalırsa, dosyanın en ilginç yorumu Doçent Doktor Hidayet Tuksal’dan gelmiş. Hidayet Tuksal, muhafazakarların arasında beyazlaşma isteği duyan insanların küçük bir kesim olduğunu belirttikten sonra şunları söylüyor: “Beyazlık vizesi kendilerinden alınan bu mihraklara ‘biz de sizler gibi giyinebilir, yiyebilir ve yaşayabiliriz’ mesajı vermeye çalışıyor esmer muhafazakarlar. Muhafazakar kesimde zengin-yoksul ikiliği zaten vardı, bu ayrım biraz daha keskinleşerek devam eder. Ancak sonuçta modern Ebu Zer’lerin ortaya çıkarak birilerine bu adaletsizliklerin hesabını sorması da kaçınılmaz görünüyor. Küreselleşme karşıtı, savaş karşıtı hareketlerde yer alan dindar genç kuşağın gelecekte muhalif bir söylemi üretme potansiyeli taşıdığını düşünüyorum.”

Birlikte hatırlayalım Ebu Zer’i(r.a). Gıfar kabilesinin ulularından olan Ebu Zer, Mekke’de bir peygamberin ortaya çıktığını duyunca atlayıp geliyor ve daha Peygamberimiz (s.a.v) ile konuşmaya başlamasının ikinci dakikasında teslim oluyor. Delişmen adam Ebu Zer. Diyor ki: “Müsaade et ya Resulullah! Kabe’ye varayım ve Allah birdir, Muhammed(s.a.v) de onun peygamberidir diye haykırayım.” Peygamberimiz müsaade etmiyor. “Sana bir zarar gelmesinden korkarım” diyor. Fakat Ebu Zer ısrar edince izin çıkıyor ve Ebu Zer, Kabe’nin önüne gelip bağıra çağıra Allah’ın birliğini, Sevgilisinin Resullüğünü haykırıyor. Dayak yiyor müşriklerden. Tartaklanıyor. Hazret-i Ebubekir yetişiyor ve o azgın kalabalığın ellerinden alıyor kahramanımızı. Ve Ebu Zer’in yaralarını Hazret-i Peygamber, bizzat kendi mübarek elleriyle tımar ediyor.

Sonraki yıllarda Ebu Zer, hep “gittiği yolun delisi ve doğru bildiğinden şaşmayan inatçı bir adam” olarak anılıyor. İktidarla başı hiçbir zaman hoş olmuyor. Yardım tekliflerini geri çeviriyor. Hazret-i Ali’yi çok seviyor ve yapayalnız bir adam olarak ölüyor.

Ebu Zer’i, Ebu Zer yapan üç özellik var: “Uzlaşmazlık, sosyal adaletçilik ve devrimcilik.”*
Peki, şimdi dönelim Hidayet Tuksal’ın sözlerine: Gerçekten, “bir kurtuluş ve/veya mücadele umudu olarak” Ebu Zer’lerin Türkiye’de ortaya çıkması mümkün mü? Üzerinde durulmaya değer bir soru bu.

Sayın Tuksal, “savaş karşıtı, küreselleşme karşıtı dindar gençlerin ortaya koyacağı bir devrimci ruh”tan söz ediyor. Dolayısıyla önerinin içinde çeşitli şartlar gizli Ebu Zer olmak için. Bu şartlara bakalım.

Birinci şart, genç olmak.

İkinci şart, dindar olmak.

Üçüncü şart, AKP’li olmamak. Çünkü küreselleşmeye ve savaşa karşı olmak gerekiyor.

Dördüncü şart, dünya ile kurduğunuz ilişkiyi para üzerinden konumlamamanız. Daha doğrusu, para üzerinden konumlanan ilişkilere düşman olmanız.

Beşinci şart, cesur olmak. Zira, “adaletsizliklerin hesabını soracak muhalif potansiyel” ancak cesaretle belirebilecek bir şeydir. Dolayısıyla Türkiye’deki çoğu cemaate bağlı (ya da üye) olan dindar gençlerin de yapabileceği bir iş değil Ebu Zer olmak. Zira, muhafazakarlık bir doku olarak sinmiş durumda cemaatlerin çoğuna.

Altıncı, yedinci ve sekizinci şartları zaten Ebu Zer’in kişiliğinde sıralamıştık: Uzlaşmazlık, sosyal adaletçilik ve devrimcilik.

Şimdi, bu şartlar doğrultusunda önce kendinize, sonra da çevrenize bir bakın. Ve “modern Ebu Zer” olabilecek insanları listeleyin. Kaç kişiler?

Ben kendi adıma bu listeyi yapınca Ebu Zer olabilecek, Ebu Zer olmayı göze alabilecek kimseyi bulamadım. Ve ilk okuyuşumda beni heyecanlandıran Sayın Tuksal’ın görüşlerinin “romantik” bir dilek olmaktan öteye gitmediğini / gidemeyeceğini anladım.

80’lerdeki patolojik İslamcılık, kendi içinden Fuat’ları, Selami’leri, Kemal’leri çıkarmayı başarabilmişti. Bir çeşit Ebu Zer olmak için yola çıkmışlardı ve Bosna’da, Tacikistan’da, Afganistan’da, Ebu Zer olmanın karşılığını almışlardı (ya da bakış açınıza göre bedelini ödemişlerdi de diyebilirsiniz). Vurulup düşmüşlerdi. Fakat 90’lı yılların ortalarından itibaren iktidar olan “light ve çapaklarından arındırılmış” İslamcılık, bunu başaramadı. Zira, pek çoğumuz sıramızı beklemeye koyulduk. Abdullah Gül’e gelen sıranın, Tayyip Erdoğan’a gelen sıranın, Erol Yarar’a, Akif Beki’ye, Osman Sınav’a gelen sıranın günün birinde bize de gelebileceği umuduyla yaşamaya alıştık. Umut beslemek, yaşam alışkanlığımız haline dönüştü. Oysa bilinen gerçektir: Umut beslemek “çarkın içine” girmektir. Kemal Sayar’ın ifadelerini araklarsak; “oy veren”,
“reklamlardan etkilenip bir şey alan” insanlar “küskün olma” şanslarını yitirmişlerdir. Oysa 20. yüzyılda Küba’dan İran’a, Şili’den Bosna’ya muhaliflerin tarihini hep küskün adamlar yazmıştır.

Belki de ben abartıyorum. Belki de tartışmamız gereken asıl mesele şudur: “Ebu Zer olmanın ne alemi var?” Öyle ya. Kendi elitini oluşturmuş, kendi müesseselerini kurmuş, kızlarını başörtüsüyle okuyabilsin diye Amerika’ya göndermeyi başarabilmiş İslamcıların yanında saf tutmak varken Ebu Zer olmak da nerden çıksın ki? Servet düşmanı mıyız? Yoksa komünist miyiz?

Bu sorular önemlidir. Bu sorulara verilecek cevaplar “yeşil ışığı” yakalamanın anahtarını verecektir bize. Çünkü Ebu Zer olmak, her şeyden önce keskin bir inancı, bir işe imza atarken herhangi bir dünyevi karşılık beklememeyi ve yalnızlaşmayı gerektirir. Bunu yapamayacağımıza göre, bence en iyisi Zeki Yamani’nin ya da Tayyip Erdoğan’ın çocuklarına yaptığı düğünlere gitmenin bir yolunu bulmaktır. Bari ondan geri kalmayalım.**

*Meraklısına Not: Ebu Zer’i daha fazla merak edenler için Ali Şeriati’nin müthiş kitabı “Ebu Zer”i tavsiye ederim hararetle.

**Meraklısına İkinci Not: Tam yazımı bitirmişken bir tanıdığıma gelen bir davetiye ilişti gözüme. Ulaştırma bakanı Binali Yıldırım’ın çocuğunun nikah davetiyesi. Yanında bir de kullanım kılavuzu verseler olacak şatafatlı bir şey. Kaba bir hesap yaptım. Sadece davetiye için harcanan para 20.000 YTL düzeyinde olmalı. Hakkıdır tabii. Çocuğu evleniyor. Fakat, Hidayet Tuksal’ın “mesaj veren esmer muhafazakar” tanımına da “cuk” diye oturuyor bakanımız. Önerim, tıpkı Michael Jackson’un yaptığı gibi “hastalık yüzünden beyazladım” diyerek yaptırdığı ameliyata mazeret bulmasıdır.

4 Eylül 2011 Pazar

Resulullah'la Benim Aramdaki Farklar/Ah Muhsin Ünlü

Resulullah süper bir insandı, ben o kadar değilim.
Resulullah yolda Ebu Bekir’i görse "Es Selamu Aleyküm Ya Sıddık" derdi,
Ben yolda Ebu Bekir’i görsem tanımam.
Resulullah asla yalan söylemezdi; ben annem ölürken hiç ağlamadım.
Ben annem ölürken çok ağladım çünkü.
Annem gırtlağından hırıltılar çıkarırken nasıl terliyordu, görmeliydiniz.

Resulullah Azrail’i yolda görse tanırdı;
Ben Azrail’i annemin yanında görseydim ona bir çift lafım olurdu,
Derdim ki: "Şimdi yani af edersin ama o sıktığın annemin gırtlağı."

Resulullah olsa ona bunları söylesem o bana gülümserdi;
O bana gülümserdi, ben ona derdim ki: "Anam babam yoluna feda olsun ey Allah’ın Resulü;
Fakat şu koca melek, annemin gırtlağını sıkıyor, bir şeyler yapamaz mıyız?.."

Resulullah orada olsaydı annemin elini tutardı derdi ki: "Kızım ha gayret!";
Ben orada olsaydım annemin elini tutardım ve derdim ki: "Anneciğim ölmesen..."

Ben oradaydım annemin elini tuttum ve dedim ki: "Anneciğim seni ben..."
Annem döndü, bana bir baktı o bakışı görmeliydiniz.

Resulullah o bakışı görseydi merhametten ağlardı;
Ben o bakışı gördüm, haşyetten bayılacaktım ama annem elimden tuttu.

Ne tuhaf, anneler ölürken bile çocuklarının

Anneler ölürken bile çocuklarının ellerini bırakmıyor ne tuhaf…

Resulullah çok şanslı bir insan
Annesi öldüğünde o küçücüktü;
Benim annem öldüğünde ben küçücük değildim,
Zaten şanslı birisi de değilimdir, filmlerim iş yapmaz.

Annem daha yeni öldü fazla uzaklaşmış olamaz!

Olamaz dedim annem son nefesini alıp da vermeyince
Verse de ben alsam onu, içim ferahlasa, siz de görseniz
Resulullah tutsa annemin elinden birlikte geçseler çölü
Nasıl olsa Resulullah da ölü annem de ölü...

Ah Muhsin Ünlü Röportaj/2003

Murat Menteş: Ah Muhsin Ünlü gerçek adınız bu olamaz, değil mi?

Ah Muhsin Ünlü: Muhsin benim oyuncak kedimin adı. Ona da bizim pastacı Muhsin ağabeyden geçmişti. Şiir yazmaya başladıktan sonra bir isim ihtiyacı hâsıl oldu.

Murat Menteş: Neden?

Ah Muhsin Ünlü: Bilemiyorum, oldu işte. [sıkıntılı bir sessizlik ve Ah Muhsin Ünlü kafasını bir meteoru yoklar gibi evirip çeviriyor.]

Murat Menteş: Rahat olun lütfen.

Ah Muhsin Ünlü: Mantıklı bir gerekçe arıyorum ama yok, bulamıyorum.

Murat Menteş: Adınızın başında "ah" var, bir kısaltma mı bu?

Ah Muhsin Ünlü: Yo, işin o kısmı hiç karışık değil. Göründüğü gibi, "ah" o. "ah"tan ibaret. Bir nida kırıntısı.

Murat Menteş: "Gidiyorum Bu" adlı kitabındaki şiirler 1993-1998 yılları arasında yazılmış. Öncelikle bu pırıltılı şiirlerin yazılış macerasından bahseder misiniz?

Ah Muhsin Ünlü: Elbette bir şiir kitabı yazmak üzere başlamadım işe. Şiir yazıyordum sadece. Kitaptaki şiirlerin yüzde 75 kadarını tamamladıktan sonra bunların bir kitapta bir araya getirilebileceği fikri doğdu. Bu konuda herhangi bir hesap yapmadım. Bir noktadan sonra iş bitti. İşin ne olduğunu, neye hizmet ettiğini, sonradan gördüm. Bu anlamda sonradan görmelikten kurtulamadım yani.

Murat Menteş: "Gidiyorum Bu"yu kendiniz yayınladınız. Neden bir yayınevine bu yetkiyi vermediniz?

Ah Muhsin Ünlü: Bir-iki yere gittim, ilgilenilmedi çeşitli gerekçelerle.

Murat Menteş: Gerekçeler?

Ah Muhsin Ünlü: Açıkçası, bir yayınevi hiç ilgilenmedi, dosyama dahi bakmadılar. İki kapısı vardı yayınevi binasının. Dışarıda bir kapı vardı, küçücük bir holden sonra bir kapı daha vardı ki ben o ikinci kapıdan giremedim bile. Sekretere yaklaşamadım bile yani. Bana uzaktan uzağa 2001 yılına kadar şiir kitabı basmayacaklarını söylediler. Ben de "eyvallah" dedim, geri döndüm. Sonra yeni şafak gazetesinde bir röportaj gördüm. Bir yayınevi sahibi, hazırladıkları şiir kitapları dizisinden söz ediyordu ve "şiir kitabı yayımlamak risklidir ama biz genç şairlerin kitaplarını korkusuzca yayınlıyoruz" diyordu. Ben de kalktım gittim. Onlar da sağolsunlar bana Bursa’daki bir adamın adresini verdiler. Herhalde bu dizinin edisyonuyla o zat ilgileniyordu, ismini bilmiyorum. Dosyamı Bursa’ya postalamadım. Aslında kitap çıkarabilmek için çok uğraşmadım. Çünkü nasıl olsa bu şiirler iyiydi ve nasıl olsa bir şekilde çıkacaklardı. Nitekim bak şimdi bunlar hakkında konuşuyoruz. Kaç sene sonra, nereden nereye. Bunu biliyordum ya da daha mütevazı bir ifadeyle, seziyordum. Bir başka yayınevi yetkilisi de bana "bu şiirler ortalama şiir beğenisine uygun değil" demişti. Sanırım bu şiirleri ayıp kapsamında değerlendirdi.

Murat Menteş: Ortalamayı tutturamadığınızı mı söyledi yani?

Ah Muhsin Ünlü: Anladığıma göre, bu şiirlerin yer aldığı bir kitabın okur karşısında savunulamayacağını söylemek istedi. Yani birisi çıkıp "bunlar ne? Böyle bir kitabı nasıl basarsınız?" dediği zaman "boş bulunduk bastık, kem küm" demek zorunda kalmamak için tehlikeyi baştan savdılar.

Murat Menteş: Siz de kitabınızı kendiniz yayımladınız.

Ah Muhsin Ünlü: Aynen. Şimdi de balkonda çürüyorlar.

Murat Menteş: Vay canına. Peki kitabı almak isteyenler...

Ah Muhsin Ünlü: Bulamazlar ki, nereden bulacaklar?

Murat Menteş: Size ulaşmak isterler belki?

Ah Muhsin Ünlü: Bana ulaşmak için kendilerinden geçeceklerini sanmıyorum. Ne bileyim, bilmiyorum. Belki delikanlı bir yayınevi kitabı alıp dağıtmak ister, parayı da kırışırız.

Murat Menteş: Şiirlerinizde trajedi ve humor var.

Ah Muhsin Ünlü: Bir arkadaşım şiirlerimi okuyup okuyup gülüyor ama nasıl kahkahalar atıyor. Doğrusu çok bozuluyorum ona. Hâlbuki komedi-şiiri diye bir şey yoktur. Trajik olanın gönülden ifşası humoru açığa çıkarır. Humor olsun diye bir ifade kurulamaz; bir ifade gereğinden kıvamlı ve güçlü ise humora varılabilir.

Murat Menteş: Trajedi sence kime aittir? Şaire mi, çağa mı, topluma mı?

Ah Muhsin Ünlü: Olu'un dönmesi için sert şeyler olması lazım. Allah’ın planlayarak oldurduğu şeylerin hepsi, yalnız başına bir insan için oldukça sert şeylerdir. Her şey, en ufak günlük yaşamsal faaliyetler...

Murat Menteş: Mesela?

Ah Muhsin Ünlü: Su içiyorsun ve su nefes boruna kaçmıyor. Orada trajik bir potansiyel var. Algılamayla ilgili bir şey bu. Ben bunu daha çok Nietzsche’nin trajiği üzerinden düşünüyorum. Yani kişi istekleriyle âlemin istekleri arasında kalmamalı. Allah’ın muradı ile senin nefsinin etkisiyle istediklerin çatıştığı zaman trajedi doğar. Ayrıca paran az olduğu halde minibüse değil taksiye binmek istiyorsundur, al sana trajik bir durum. Nefsinle karşı karşıya geldiğin an trajiktir. Senden ayrı bir nefsin var. Senden ayrı bir nefsin var. Kalp var, akıl var. İbn-i arabi bunları anlatıyor ama çok karışık. Sen iki şey yapabilirsin, 1. Nefsine yenilirsin, 2. Allah’ın yardımıyla nefsinin taleplerinin hakkından gelirsin. Nefsine karşı ne kadar güçlü hamleler yapabilirsen o kadar humor çıkar ortaya. Benim anladığım bu.

Murat Menteş: Sanırım humor, nefis karşısında mevzi kazanıldığında açığa çıkan şeylerden biri sadece, başka kazanımlar da olsa gerek.

Ah Muhsin Ünlü: Eyvallah, tabii ki öyle.

Murat Menteş: 2000 yılında yayınlanan bu kitaptaki şiirlerin sonuncusu 1998'de yazıldı ve o zamandan beri pek bir şey yazmadınız...

Ah Muhsin Ünlü: Zurnanın zırt dediği yere mi geliyoruz?

Murat Menteş: Ne?

Ah Muhsin Ünlü: Zurna.

Murat Menteş: [Birileri bize çay getirsin diye çığlıklar atıyorum ve sağa sola telefon açıyorum fakat çay may gelmiyor. Sonunda teybi kapatarak gidip kendim alıyorum. "önce çaylar bozuldu", çünkü çaycılar uzaya gitti...]

Şiir maceran nasıl başladı?

Ah Muhsin Ünlü: Tane tane anlatayım. Biz Eskişehir’de öğrenciydik. Ben iletişim fakültesi reklam bölümünde okudum. Orada biz dellendik: "film yapalım, film yapalım..." neyimizeyse, yani ne filmiyse. İstanbul’a gidip bir şekilde yerleşmemiz lazımdı. 1997 yazında 3-4 arkadaş geldik, burada küçük bir reklam ajansı kurduk: son ajans. so-najans. Ulama var yani. Reklamcılar geyiklerle uğraşır, biliyorsun. Biz her şeyin çok kolay olacağını düşünüyorduk. Paralar gelecekti ve biz paralarla film çekecektik. Paralar gelmediği gibi, gitmeye, bitmeye başladı. Can havliyle 1997 kışında biz televizyon senaryoculuğu işine bulaştık. Ben bu arada ite kaka şiire devam ediyordum. Fakat daha sonra profesyonel iş hayatı can sıkmaya başladı ve artık enikonu televizyon yazarı olma noktasına gelmiştik. Bir tercih yapmak durumundaydım artık. Bir yandan televizyona senaryo yazıp öbür yandan da şiirler uğraşmak olmuyordu. Olmaz, olmadı, olmayacak. Sünnetullah'a aykırı. Yapılıyor ama işte galiba iyi olmuyor. Şimdi ahkam kesmek istemiyorum ama.. Anlatabiliyor muyum? Çok kimse hem profesyonel reklam ya da televizyon yazarlığı yapıp hem de şiirle uğraşıyor. O ikisinin bir arada durmaları mümkün değildi; 1998'de şiiri bıraktım. 1993'te şiir yazmaya başlamıştım ve 5 sene uğraşmıştım. 5, yuvarlak bir sayı. Neyse, bitti işte. Son şiiri de yazık bitirdik, bağladık çok şükür. Böylece Ah Muhsin Ünlü adlı arkadaşın şiir macerası bir ara vermiş ya da sona ermiş oldu.

Murat Menteş: Bundan sonra şiirlerini Ah Muhsin Ünlü imzasıyla yayınlamayacak mısın?

Ah Muhsin Ünlü: Çok mu önemli? Herif o kadar şahane şiirler yazıyor ki, belki ona bir fırsat daha verilir. Televizyon öyle bir şey ki insanın bünyesi kaldırmıyor. Olmuyor, olamıyor, yapamıyorum; onların istediği şeyi yazamıyorum. Bu arada şu mikro teyp vasıtasıyla söyleyeyim: Ah Muhsin Ünlü adını, şiirlerle beraber, şiire meraklı fakat yeteneksiz bir zengin çocuğuna makul bir meblağ karşılığında devredebilirim yani. [ben gülmekten yerlere yatıyorum.] samimi söylüyorum. Bugüne kadar zaten ortaya çıkmamıştım. Bu röportajı da yapmayız, yayınlamayız. Kendime güvenim var, bir adam daha çıkarabilirim.

Murat Menteş: Ah Muhsin Ünlü gibi bir şair daha mı?

Ah Muhsin Ünlü: Çıkar tabii, nedir ki?

Murat Menteş: Mevcut şiir ortamını nasıl değerlendiriyorsun?

Ah Muhsin Ünlü: Ben şiir yazarken dergilerde şiir yazan adamlar vardı. Benimle aynı zamanda şiir yazıyordu birileri. Şöyle düşünüyordum: burada bir tuhaflık var. Ya ben yanlış bir şey yapıyorum ya da... Yazılan şiir açıcı, Türk şiirini kımıldatıcı değil. Ama hayır, ben hata yapmıyordum, mümkün olduğunca şiddetli bir şiir yazıyordum. Prensibim buydu. Kuvvetli bir şiir yazmaya çalışıyordum ve şiirimin ne durumda olduğunun da farkındaydım. Ne yazıyorsun?

Murat Menteş: Alakasız bir not alıyorum, lütfen devam et.

Ah Muhsin Ünlü: Benimle konuşurken başka bir şey düşünme yeteneğini mi belgeliyorsun?

Murat Menteş: "öldürmek kesin konuşmaktır" yazdım.

Ah Muhsin Ünlü: Pardon.

Murat Menteş: Poetik yaklaşımından söz edelim. Huruç dergisi çevresinde neoepik şiirden söz ediliyordu mesela...

Ah Muhsin Ünlü: Evet, ne olduğunu hissediyorum.

Murat Menteş: Şiirlerinde lirizme uzak durmaya çalışıyorsun sanki?

Ah Muhsin Ünlü: Aslında tam değil.

Murat Menteş: Burçak fenomeni var şiirinde. Böyle biri sahiden var mı?

Ah Muhsin Ünlü: Aksi gibi iki tane var.

Murat Menteş: Şiirlerindeki lirizmi humorla, ironiyle, dramatizmle dengeler gibisin.

Ah Muhsin Ünlü: Tam olarak kıvıramayacağım şeye bilinçli olarak bulaşmamaya çalışıyorum. Lirizmin zekice kullanıldığında şiiri ciddi şekilde çalıştırıcı öğelerden biri olduğunu ve şiirin doğasına uygun olduğunu düşünüyorum. Benim şiirim şehre çok bağlı, şehirden kopması ve lâmekan olması gerek, Zarifoğlu'ndaki gibi. O benim dehşete kapılmama yol açmıştır.

Murat Menteş: Cahit Zarifoğlu'nu çok önemsiyorsun.

Ah Muhsin Ünlü: Çok. Onda beni asıl çeken şey... Zarifoğlu'nun teknik olarak şiirin ne olduğunu çok da umursamadan, şiire canla başla çalıştığını düşünüyorum. Teknokrat şiirden başlayıp edebiyat âleminin kadife koltuklarına varan o sinir bozucu yola hiç girmemiş. Şiirin tekniği de elbette ciddiye alınmalı ama edebiyat tarihçilerinin, kuramcıların mercek altına alması gereken bir şey bu. Şairin mühendisleşmemesi ve meseleyi fazla aklileştirmemesi gerekir. Bir edebiyat akımının oluşması da bence doğallıkla olur. Derviş edasının şiirden yansımasını umabiliriz, umabilmeliyiz. Sosyoloji denen şeye çok net bir cevap: "kamunun derdine çare bulunur / şu benim derdime çare bulunmaz". Kamu yönetimi, belediyecilik, toplumlararası ilişkiler... Bunlar hep çözümlenebilir şeylerdir diyor yunus, ama ben ne olacağım? Çünkü ideal devlet ya da örgüt olmadı, olması da zorun zoru. Ancak herkes ererse iş değişir. Bu zamanda erenler arasında bile hiyerarşi var. Biri daha çok ermiş, biri daha az.

Murat Menteş: Ece Ayhan'la da şiirsel bir akrabalığınız...

Ah Muhsin Ünlü: Ece Ayhan'ın düşünme biçiminin benim düşünme biçimime çok benzediğini fark ettim. Onunla çok fazla ilgilenirsen kilitleneceğini düşünüyorsun, çünkü senin yazmaya yöneldiğin şeyin aynısı zaten var; otur ve sus gibisinden...

Murat Menteş: Şiir çevrelerinden uzak durdun, nedendir?

Ah Muhsin Ünlü: Şiiri çok yanlış yerden alıyor, şairim diyen insanlar, ağır bir dramatik insanlık durumu gibi alıyorlar. Şiirin bütün sevinçli yanını örtbas ediyorlar. Somurtkanlaştırıyorlar onu, çünkü kendilerini ciddiye alma gayretindeler. Bu da hayati bir tehlike doğuruyor. Durum gittikçe ağırlaşıyor. Şiir yazabilmek için çok acayip acılar içinde kıvranıp çok büyük şeylerin farkına varmış olmak filan gerektiğini; daha kötüsü kendilerinin o acıları çekip gerçeği gördüklerini düşünüyorlar. İşte, yazmışlar ya. Yazmışlar ve olmuş.

Murat Menteş: Ya sen? Yazmaya devam edecek misin? Yazmayı istiyor musun?

Ah Muhsin Ünlü: Kim istemez? ben.. istiyorum.

Murat Menteş: İkinci kitabını çıkaramamış birçok şair var, onlardan biri durumuna düşmek seni endişelendiriyor mu?

Ah Muhsin Ünlü: Düştüm bile. Onlardan biri durumundan kalkmamdan söz edilebilir ancak. Şiir şairin hayatında kendi dışında çok az şeyin durmasına rıza gösteriyor. Profesyonel ilgi alanlarını reddediyor. Kuma istemiyor. Bunu göze almak lazım.

Murat Menteş: Şiirlerinde İslami motifler var. Allah adı da sık geçiyor.

Ah Muhsin Ünlü: Evet ama bunu fiyaka için yapmadım. "Allah’ın yanına hangi kelimeyi koyayım da çarpıcı olsun, çilek mi diyeyim?" filan yapmadım. Tom Waits...

Murat Menteş: Tom Waits mi?

Ah Muhsin Ünlü: Tom Waits evet. Tom Waits’in verdiği duygu bir sürü şairden, futbolcudan, gazino assolistinden, politikacıdan.. çok daha sağlam, harbi dobra dobra.

Murat Menteş: Modern Türk şiiri ve modernite..

Ah Muhsin Ünlü: Modernle başa çıkabilen tek silahımız şiir. Moderni zıplatan, onunla oynayan bir tek şiir var. Modernle kurduğu bağı belirleyebilen sadece şiir. Trajedinin muhteviyatını fıtrat icabı biliyoruz fakat modernite bunu bize yeniden izah etmeye kalkıştı ve bizim şiirimiz de ona gerekli cevabı vermiştir. Türkiye’de beni hoşnut eden tek şey bu. Asr suresinin hatırlanması çabasıdır şiir.

Murat Menteş: Son olarak ne diyeceksin?

Ah Muhsin Ünlü: Keşke ben daha şiirle doluyken karşılaşsaydık.

Kaynak: Kılavuz Dergisi, 2003

12 Ağustos 2011 Cuma

"Canım kardeşim"den..

Adile Naşit
(55:00-57:25)
-Kahraman sana iyi bir haberim var.Tatile gidiyorsun....

-Kaldığın yerden devam et çocuğum..

Tarık akan
(67:35-70:08)
-Ben masal anlatmadım efendi.Seni insan zannettim derdimi söyledim..Söylemez olaydım.
-Lafın kısası ya parayı ödersin ya polis çağırırım.
-Çağır kardeşim.Çağır beyim.Polis çağır.Jandarmaya haber ver.Hapse tıksınlar..Dilersen garsonlarına dövdür beni.Kanını satarak kardeşine bir yemek yedirdi diye istersen asdır beni.Hadi durma.Ne duruyorsun çağırsana polisi!
-sakin olun rica ederim..
-Olmicam işte..Ne yaparsın be. Naparsın.Ha naparsın ulan!...


Şizofrengi 1


10 Ağustos 2011 Çarşamba

Sen Benim Hiçbirşeyimsin/Attila İlhan

Sen benim hiçbirşeyimsin
Yazdıklarımdan çok daha az
Hiç kimse misin bilmemki nesin
Lüzumundan fazla beyaz
Sen benim hiçbirşeyimsin
Varlığın yokluğun anlaşılmaz



Galiba eski liman üzerindesin
Nasıl karanlığıma bir yıldız olmak
Dudaklarınla cama çizdiğin
En fazla sonbahar otellerinde
Üniversiteli bir kız uykusu bulmak
Yalnızlığı öldüresiye çirkin
Sabaha karşı öldüresiye korkak
Kulağı çabucak telefon zillerinde



Sen benim hiçbirşeyimsin
Hiçbir sevişmek yaşamışlığım
Henüz boş bir roman sahifesinde
Hiç kimse misin bilmemki nesin
Ne çok çığlıkların silemediği
Zaten yok bir tren penceresinde



Sen benim hiçbirşeyimsin
Yabancı bir şarkı gibi yarım
Yağmurlu bir ağaç gibi ıslak
Hiç kimse misin bilmemki nesin
Uykumun arasında çağırdığım
Çocukluk sesinle ağlayarak
Sen benim hiçbirşeyimsin...


Şiirin Hikayesi
O yıllarda özellikle İzmir'de, bazı genç kızlar, telefonla beni arardı.
Kimisi adını verir, kimisi vermez.
Bazısıyla Kültürpark'ta ya da Karşıyaka'daki bir deniz kahvesinde buluşuruz,
söyleşiriz.
Bazısı 'meçhul' kalmayı yeğler, sadece telefonla söyleşir.
Şiir işte bu sonuncu türden bir ilişkinin etkisiyle yazıldı.
Kim olduğunu hala bilmediğim o genç kız, en çok da geceleri beni arar,
sıcak, biraz kırık sesiyle dakikalarca konuşurdu.
Ben de konuşurdum elbet.
Allah bilir ona neler anlatırdım.
Derken, dönüp dolaşıp onun benim neyim olduğu sorusuna takıldık,
sıcak bir yaz akşamı gibi hatırlıyorum,
sen dedim benim hiçbir şeyimsin.
Sonra bu yeni şiirin ilk mısraı oldu.
Bitirip ona okuduğumda adamakıllı içlendiğini hatırlıyorum.
Kimdi dersiniz?

Hesap uzmanlığı kalkıyor.

T.C.
MALİYE BAKANLIĞI
BASIN VE HALKLA İLİŞKİLER

MÜŞAVİRLİĞİ
TEL: (0312) 415 21 80-81 FAX: (0312) 425 78 16

10 TEMMUZ 2011

MALİYE BAKANLIĞI BASIN AÇIKLAMASI

Vergi Denetim Kurulu Başkanlığının Kuruluşuna Dair Kanun Hükmünde Kararname ile Maliye Bakanlığı bünyesinde Vergi Denetim Kurulu kurularak, vergi denetiminde çokbaşlılık ve dağınıklık ortadan kaldırılmaktadır.

Maliye Bakanlığındaki vergi denetim birimlerinin birleştirilmesi ihtiyacı ve talebi uzun yıllardır siyasetin gündeminde yer almış, ancak, bugüne kadar bu amaç gerçekleştirilememiştir. Yapılan düzenleme bu bakımdan tarihi öneme sahip olup, yapısal reform niteliğini taşımaktadır. Bugün hayata geçirdiğimiz değişimin arkasında yatan temel unsur kararlı ve güçlü siyasi iradedir.

Aslında ilk olarak 2010 yılında yaptığımız 6009 sayılı Kanunla, vergi incelemelerinin planlanması, yürütülmesi ve mükellef haklarının güvence altına alınması noktasında yıllarca hiç dokunulmamış yasal düzenlemeler değiştirilerek vergi denetiminin hukuki çerçevesi, objektifliği ve güvenilirliği sağlanmış ve vergi denetiminde çağ atlanmıştır. Yapılan bu düzenlemelerde tek eksik kalan nokta vergi denetiminin tek çatı altında toplanmasıydı.Dolayısıyla vergi denetiminin reformu bu şekilde tamamlanmış olacaktır.

Yapılan düzenleme ile;
-
Vergi incelemeleri ile görevli birim Bakanlık içinde en üst düzeyde teşkilatlandırılmış güçlü bir örgüt yapısı kurulmuştur.
-
Vergi incelemeleri ile yetkili olanlar tek unvanda ( Vergi Müfettişi ) birleştirilerek güçlü tek bir kurumsal kimlik oluşturulmuştur.
-
Vergi Denetiminde ilk defa uzmanlaşma ve amaca odaklanmış bir örgüt tasarımı sağlanmıştır.
-
Vergi Denetiminde objektif, risk analizine dayalı ve gelir politikası hedefleriyle uyumlu bir görev anlayışı benimsenmiştir.
-
Vergi Müfettişlerinin işe alınmaları, yetiştirilmeleri ve yükselmelerinde başarı ve performansı teşvik ve ödüllendiren bir anlayış hayata geçirilmiştir

Netice olarak, yapılan yasal düzenleme ile vergi denetiminde etkinliği, etkililiği, verimliliği, ve uzmanlaşmayı esas alan yeni bir Vergi Denetim Kurulu kurulacaktır. Bu sayede, bir yandan kayıtdışı ekonomi ile mücadelede etkinlik artırılacaktır diğer yandan vergi denetimlerinin kalitesi ve verimliliği artırılacaktır.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur.

7 Ağustos 2011 Pazar

Aşk/Elif Şafak

Hakk'ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine, teslim ol. bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. 'düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir' diye endişe etme. nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Masumiyet/Zeki Demirkubuz

Masumiyet filminin tartışmasız en iyi sahnesi; Haluk Bilginerin muhteşem tiradı..

Bekir(Haluk Bilginer):
Bu kaltakla aynı mahallede büyüdük. mevlanakapı da. babası zabıtaydı. alkolik hasta bi adamdı rahmetli, erkenden de gitti zaten. bu anasıyla yoksul, perişan. bizim tuzumuz kuruydu, hacı babam yapmış bi şeyler. bi de zagor vardı. bizim eski evin kiracısının oğlu. babası filimciydi yeşilçamda. cepçilik, arpacılık, her yol vardı itte. ama sevimli, yakışıklı oğlandı. bizimkine aşık etmiş kendini. ben efendi oğlanım, okul mokul takılıyorum o zamanlar. öylece büyüdük gittik işte. ne bok varsa? hep askerliği beklerdim. dört sene kaldı, üç sene kaldı. sonunda o da geldi gittik. bizde de herkes bunu bekliyormuş; gelir gelmez yapıştılar yakama. ev düzüldü, kız bulundu, çeyiz falan filan… nikahlandık. iki taksi bi dükkan verdi peder. dükkanda koltuk moltuk satardım. bi gün bu orospu çıkageldi. hiç unutmam, görür görmez cız etti içim. böyle basma bi etek dizine kadar, çorap yok, üstünde açık bi bluz, saçlar maçlar… pırlanta anlayacağın. şunun bunun fiyatını sordu, dalga geçti benimle. kanıma girdi o gün. tabii taktım ben bunu kafaya. ertesi gün bi soruşturma… dediklerine göre yemeyen kalmamış mahallede. ama asıl zagor a kesikmiş. zagor da kaftiden içerde o sıra. bi gün, süslenmiş püslenmiş; zırt geçti dükkanın önünden. yazıldım peşine. tuhafiyeciye gitti, pastaneden çıktı; minibüs otobüs, geldik sağmalcılar a ; benim içimde bi sıkıntı. işi anladım tabii: zagor u ziyarete gidiyo. bi tuhaf oldum, piçi de kıskandım. uzatmayalım çaresiz evlendik ötekiyle. o ara zagor içerden çıktı. sonra bi duyduk; kaçmış bunnar. altı ay mı bi sene mi; kayıp. hep rüyalarıma girerdi orospu. o gün dükkana gelişini hiç unutamadım. benimkine bile dokunamaz oldum. sonra bi daha duyduk ki iki kişiyi deşmiş zagor: biri polis, ikisinin de gırtlağını kesmiş. karakolda beş gün beş gece işkence buna. arkadaşlarının öcünü alıyorlar. kaltağa da öyle… önce öldü dediler zagor a, sonra komalık. ankara da oluyor bunnar. bizimki bi gün çıkageldi mahalleye. zagor içerde, en iyisinden müebbet. bi sabah dükkana geldim, baktım bu oturuyo. önce tanıyamadım. anlayınca içim cız etti. cız etti de ne? tornaya değmiş gibi oldu. çökmüş, zayıflamış, bembeyaz bi surat. ama bu sefer başka güzel orospu. oranın şarkıları gibi. kalktı böyle, dimdik konuşmaya başladı. dedi para lazım, çok para. zagor a avukat tutacakmış. ilerde öderim dedi. esnafız ya bizde, nasıl? diye sormuş bulunduk. orospuluk yaparım dedi, istersen metresin olurum. içime bişey oturdu ağlamaya başladım, ama ne ağlamak…işte o gün bu günden beri bu orospuyla tam yirmi yıl geçti. uzatmayalım, zagor a müebbet verdiler. ama rahat durmaz ki piç! ha birini şişledi, ha firara teşebbüs; o şehir senin bu şehir benim, cezaevlerini gezip duruyo. orospu da peşinden. sonunda dayanamadım: ben de onun peşinden. önce dükkan gitti, ardından taksiler. karı terk etti, peder kapıları kapadı. yunus gibi aşk uğruna düştük yollara. iş bilmem, zanaat yok. bu durmuyo hiç. ilk yıllar ufak kahpeliklere başladı, sonra alıştı. gözünü yumup yatıyo milletin altına. gel dönelim diye çok yalvardım. evlenelim, pederi kandırırım, zagor a bakarız: yok. kancık köpek gibi izini sürüyo itin. naptı buna anlamadım. kaç defa dönüp gittim istanbul a. yeminler ettim. doktorlar, hocalar kar etmedi. her seferinde yine peşinde buldum kendimi. bi keresinde döndüm, biriyle evlenmiş bu, hamile. beni abisiyim diye yutturduk herife. nedense rahatladım, oh dedim, kurtuluyorum. bu da akıllanmış görünüyo. yüzü gözü düzelmiş, çocuk diyo başka bişe demiyo. sinop ta oluyo bunnar. ben de döndüm istanbul a. doğumuna yakın, zagor bi isyana karışıyor gene. hemen paketleyip diyarbakır cezaevine postalıyorlar. çok geçmeden bizimki depreşiyo gene; o haliyle kalk git sen diyarbakır a, üç gün ortadan kaybol… herif kafayı yiyo tabii. dönünce bi dayak buna: eşek sudan gelinceye kadar. kızın sakatlığı bu yüzden. sonra çocuğu doğuruyo. uzun zaman anlaşılmamış. ortaya çıkınca bi gece esrarı çekip takıyo herife bıçağı. çocuğu da alıp vın diyarbakır a, zagor un peşine. allahtan herif delikanlı çıkıyo da şikayet etmiyo. ben o ara istanbul da taksiden yolumu buluyorum. epey bi zaman böyle geçti. yine her gece rüyalarımda bu. zagor un diyarbakır cezaevinde olduğunu duymuştum o sıra. bi gece bi büyükle eve geldim. hepsini içtim. zurnayım tabi. bi ara gözümü açıp baktım: karlı dağlar geçiyo. bi daa açtım, başımda bi çocuk, kalk abi, diyarbakır a geldik diyo. baktım, sahiden diyarbakır dayım. bi soruşturma. kale mahallesi vardır oranın, bi gecekonduda buldum, malımı bilmez miyim? görünce hiç şaşırmadı. hiç bişe demedik. o gece oturup düşündüm. oğlum bekir dedim kendi kendime, yolu yok çekeceksin. isyan etmenin faydası yok, kaderin böyle, yol belli, eğ başını, usul usul yürü şimdi. o gün bugün usul usul yürüyorum işte.

http://www.youtube.com/watch?v=cfu4Hq6kzcI

Aşkım için ben cehennemde yanmaya hazırım ya sen?

Eşkıya filminde realizmin pragmatizmin dibine vuran Berfonun tiradı, Buyrun..

Baran: Bana niye ihanet ettin Berfo?

Berfo: Demek ki sen benim yaptıklarıma ihanet diyorsun. Peki iyi öyle olsun. Şimdi ben sana söyle desem, ben bunları yaptım çünkü aşıktım ölüyordum aşkımdan. Bunun üzerine kim beni suçluyabilir ki? İhanet mi aşkım için yaptım ulan. Ahlaksızlık mı evet yaptım. Ben en yakın arkadaşımı jandarmaya ihbar etmiş adamım. Sen yapabilirmiydin benim yaptıklarımı? En sevdiğin arkadaşına ihanet edip ihbar edebilirmiydin? En yakın arkadaşının altınlarını çalabilirmiydin? O altınlarla en yakın arkadaşının sevdiğini anasından babasından satın alabilirmiydin? Arkadaşını ölüme gönderebilirmiydin? Ama ben yaptım aşkım için yaptım. Şimdi söyle bana hangimizin aşkı kejeye daha büyük? Hangimiz keje için bu kadar günaha girmeyi göze alabildik? Aşkım için ben cehennemde yanmaya hazırım ya sen?

http://www.youtube.com/watch?v=j4Iqz6dEZbk

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Bak beyim, sana iki çift lafım var…!

Bak beyim, sana iki çift lafım var…! Koskoca adamsın, paran var, pulun var, binlerce kişi çalışıyor ...emrinde… Yakışır mı sana ekmekle oynamak? Yakışır mı bunca günahsızı, çoluğu çocuğu karda kışta sokağa atmak, aç bırakmak? Ama nasıl yakışmasın ki…Sen değil misin öz kızına bile acımayan? Bir damlacık saadeti çok gören, anlıyor musun beyim bu çocuklar birbirlerini seviyor... Ama ben boşuna konuşuyorum, sevgiyi tanımayan adama sevgiyi anlatmaya çalışıyorum.. Sen büyük patron, milyarder, para babası, fabrika sahibi Saim Bey… Sen mi büyüksün… Hayır ben büyüğüm, Ben Yaşar Usta...Sen benim yanımda bir hiçsin anlıyor musun, bir hiç, gözümde pul kadar bile değerin yok ama şunu iyi bil !.. Ne oğluma ne de gelinime bir şey yapamayacaksın, yıkamayacaksın, dağıtamayacaksın, mağlup edemeyeceksin bizi çünkü bizler birbirimize para pul ile değil sevgiyle bağlıyız. Bizler birbirimizi seviyoruz. Biz bir aileyiz, biz güzel bir aileyiz ve bunu yıkmaya senin gücün yeter mi sanıyorsun. Dokunma artık aileme dokunma çocuklarıma, dokunma oğluma, dokunma gelinime.. Eğer onların kılına zarar gelirse, ben. ömründe bir karınca bile incitmemiş olan ben Yaşar usta, hiç düşünmeden çeker vururum seni… Anlıyor musun? Vururum ve dönüp arkama bakmam bile...

22 Temmuz 2011 Cuma

Cinema Paradiso

IMDB/20 temmuz 2011
8.5

A filmmaker recalls his childhood, when he fell in love with the movies at his village's theater and formed a deep friendship with the theater's projectionist.

Director: Giuseppe Tornatore
Writers: Giuseppe Tornatore (story), Giuseppe Tornatore (screenplay), and 1 more credit »
Stars: Philippe Noiret, Enzo Cannavale and Antonella Attili

2,5 saatlik muhteşem, müthiş, harikulade bi filmdi cinema paradiso.. 90 da en iyi yabancı film oscarını almış film, eminim amerikan filmi olsaydı en iyi senaryo ödülünü de kimseye kaptırmazdı senarist. Senaryo izleyeni kendine çok iyi bağlıyor. Örneğin filmin sonuna doğru filmin başında olayların merkezindeki sinema binası yıkıldığında herkes sanki kendi çocukluğunda içinde bilye oynadığı eski bina yıkılıyormuş hissine kapılıyor. O sahne de binanın yıkılışı iki farklı grupta iki ayrı; iki uç duygular yaşatıyor. hayatının en güzel günlerini hayatının en kötü günlerini hayatının en heyecanlı, en sakin, en yalnız, en kalabalık günlerini o bina da geçirenler için o yıkım müthiş bir olayken genç çocuklar için hişbirşey ifade etmiyor.Film okadar başarılı ki seyirciyi o kadar filmin bir parçası haline getiriyor ki bu yıkım sahnesi bebeklikten beri yaşadığınız evin yıkılmasının yarattığı halet-i ruhiyeye sizi kolayca sokabilir.